ERDOĞAN KARAYEL’DEN KADIN PORTRELERİ

22.09.2022 | MAHSA AMİNİ KATLEDİLMEDEN ÖNCE BİR GÖSTERİDE SIKTIĞI YUMRUKLA…
13.05.2022 | CANAN KAFTANCIOĞLU’NA 4 YIL 20 AY 11 GÜN HAPİS CEZASI
29.05.2021 | GEZİ DİRENİŞİ 8 YAŞINDA
30.04.2021 | DOĞA ANA İKİZDERE’DE ETE KEMİĞE BÜRÜNDÜ…
Rize’nin İkizdere ilçesindeki İşkencedere Vadisi’nde Cengiz Holding tarafından açılmak istenen taş ocağının neden olabileceği doğa katliamı günlerdir içimizi yakıyor. Bununla beraber, yaratılan her türlü zorluğa karşı başta kadınlar olmak üzere kıyıma direnen köylüler de umudumuzu ve cesaretimizi güçlendiriyor.
Geçtiğimiz günlerde sosyal medyada öyle bir fotoğrafla karşılaştık ki, tüylerimiz diken diken oldu. “Doğa Ana” adeta ete kemiğe bürünmüş, karşımıza dikilmiş ve hesap soruyordu.
Bölgede yüksek bir tepede çekilmiş, jandarmalara yukarıdan bakan köylü kadın hepimize toprağımızın efsanelerini ve mitolojik kadın kahramanları hatırlattı.
Tıpkı yazar Sunay Akın’ın ilgili fotoğrafa dair paylaşımında olduğu gibi; “Kübey hatun… Belden aşağısı ağaç gövdesidir ve kökleriyle toprağa bağlıdır. Hayatı sağlıklı bir şekilde geleceğe taşıyan doğumun tanrıçasıdır ve yeryüzünde saf, temiz olan her şeyin koruyucusudur. Türk mitolojisindeki bu kadının, doğanın katledilerek taş ocağı yapılmak istenildiği İkizdere’de göründüğü söyleniyor…”
Direnişe destek veren bir diğer ünlü de Tarkan oldu. Tarkan yaptığı açıklamada: “Canım memleketim Rize, canım İkizdere, canım hemşehrilerim! Acılı feryadınızı duyuyorum. İçim yanıyor benim de. Doğanızı, yurdunuzu korumak istemekteki haklı isyanınızı derinden hissediyorum ve bu mücadelenizde tüm kalbimle yanınızdayım” dedi.
DİRENİŞE DEVAM!
Rize’nin İkizdere ilçesindeki İskencedere Vadisi’nde Cengiz Holding tarafından açılmak istenen taş ocağına karşı Rizeli vatandaşların direnişi devam ediyor. Rize İkizdere’de direnişin başını özellikle kadın köylüler çekiyor. Bu bölge, dünyaca ünlü “Anzer Balı”nın da toprağı, taş ocağı ile birlikte söz konusu balın üretimi de tehlikeye girecek. Ormanlar, yerleşim alanları, doğa ve doğal üretim zarara uğrayacak…
Direnişte çekilen bir fotoğraf ise sosyal medyada binlerce beğeni alırken dünya basınına da yansıdı.
Ağaçların kesilerek, bölgeye taş ocağı yapılmasını istemeyen vatandaşlar, doğanın çocuklara miras kalması gerektiğini vurgulamıştı.
Rize’de vatandaşlar tarafından sürdürülen direnişten simge haline gelen, doğa talanına karşı elinde değneği ile bekleyen Karadenizli kadının fotoğrafı sosyal medyada büyük beğeni topladı.
Fotoğrafı sosyal medyada paylaşan vatandaş, “Rize İkizdere’de, yağmaya-talana karşı doğasını, yaşam alanını savunan bir kadın. Mükemmel bir fotoğraf” ifadesini kullandı.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 30.04.2021 – 20:00

08.02.2021 | “CUMHURİYETİN DİVASI” ŞARKILARDA YAŞAMAYA DEVAM EDİYOR

Müzeyyen Senar, Türk musikisinin önemli bir icracısı olması yanında Cumhuriyet müzik tarihine tanıklık eden, klasik Türk musikisi bestecilerini iyi tanıyıp onlarla birlikte çalışan, dönemin popüler kültürü, gazino ve eğlence kültürü solistlerinden biri olması yanında birçok Türk musikisi eserini ilk kez seslendirip onlara can veren bir şahsiyettir. O’nun hayatı ve çalışmaları hakkında bilgi sahibi olmak bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulma aşaması, İkinci Dünya Savaşı yıllarında Türkiye, dönemin radyo yayınları ve 1990’lı yıllara kadar uzanan Türkiye müzik kültüründen de belirli ölçüde haberdar olmayı sağlar. Senar, hem yüzlerce klasik Türk musikisi eserini yorumlayan bir solist; hem de mayalar, zeybekler ve türkülerdeki üstün icrasıyla da Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün de severek dinlediği bir yorumcudur.

İşte sesiyle Cumhuriyet tarihini aydınlatan Müzeyyen Senar’ın hayatı…

MÜZEYYEN SENAR KİMDİR?

Müzeyyen Senar 16 Temmuz 1918 tarihinde Bursa’da dünyaya geldi. 8 Şubat 2015 tarihinde İzmir’de hayata veda etti. Müzeyyen Senar Türk Sanat Müziği sanatçısıdır. “Cumhuriyetin Divası” olarak da anılır. 1918 yılında Bursa’da doğan Müzeyyen Senar’ın küçük yaşta evlatlık verildiği iddia edilmektedir. R. Erkan Alemdaroğlu’na göre İnegöl’ün Hilmiye köyünde Zeliha Eren adıyla doğan Senar’ın baba adı Reşit anne adı ise Fatma’dır.

Müzeyyen Senar, müzik eğitimine, Anadolu Musiki Cemiyeti’nde , kemençe üstadı Kemal Niyazi Seyhun Bey ve udi Hayriye Hanım gözetiminde başladı. Güçlü bir sese sahip olan bu kız çocuğunun ünü yayıldıkça, hafız Sadettin Kaynak, Selahattin Pınar, Lemi Atlı, Mustafa Nafiz Irmak gibi devrin önemli üstatları da ona dersler verdi, zamanın sevilen şarkılarının yanı sıra, kendi bestelerini de öğretip söylemesine yardımcı oldu.
Kemal Niyazi Bey ile İstanbul Radyosu’nda şarkı söylemeye başlayan Senar, Perşembe günleri ilgiyle izlenen bu programla geniş kitlelere adını duyurdu. Senar’ı bu programda dinleyenler arasında, İstanbul’un en önemli müzikhollerinden biri olan 10. Yıl Belvü Gazinosu’nun sahibi İbrahim Dervişzâde de bulunuyordu ve gazinonun 1933 yılının yaz sezonunun yıldızlar programına Müzeyyen Senar’ı da aldı. Senar, sonraki yıllarda İstanbul’un başka ünlü gazinolarında da sahne aldı.

Müzeyyen Senar’ın yeteneği, Cumhuriyet’in kurucusu ve Türk sanat müziğinin büyük hayranı Mustafa Kemal Atatürk’ün de ilgisini çekti ve sanatçı birçok kez onun huzurunda, özel meclislerinde şarkı söyledi. 1936-1938 yılları arasında 5 kez Atatürk’ün huzurunda konserler veren sanatçı, ilk konserini 19 Aralık 1936’da İstanbul’da Dolmabahçe Sarayı’nda gerçekleştirdi. Daha sonra Bursa’da Çelik Palas Oteli’nde konser veren Müzeyyen Senar, 1937 yılında Mudanya’da Ege Vapuru’nda Cumhuriyet Balosu’nda konser verdi. Son konserini 1938 yılı Haziran ayında Savarona Yatı’nda veren Müzeyyen Senar, Radi Dikici’nin kaleme aldığı Müzeyyen Senar Efsanesi ‘O bir devdi, devirdi’ adlı kitapta Atatürk ile ilk karşılaşmasını “Sanki bana bir asır gibi gelen yolculuktan sonra saraya vardık. Girdiğimde bu zamana kadar görmediğim ihtişam adeta gözlerimi kör etti. Daha da şaşkın olmuştum. Yaveri takip ettik. Masanın kurulduğu salona girdiğim anda Atatürk’ü gördüm. Bir taraftan dizlerimin bağı çözülmüştü ama sanki uçuyor gibiydim. İçimden, ‘Müzeyyen bu Atatürk ve onu görüyorsun. Rüya mıydı acaba? diyordum. Hayır değildi. Atatürk’ü gördüğümde bayılacaktım… Yüzüne bakamadım.” diyerek anlatıyor. Müzeyyen Senar kitapta Atatürk’ün Rumeli türkülerinde kendisine eşlik ettiğini ve çok güzel zeybek oynadığını da belirtiyor.

1938 yılında Ankara Radyosu’nun ilk yayınlarına katıldı ve 1941 yılına dek radyo aracılığıyla dinleyicileri ile buluşmayı sürdürdü. Türkiye’nin ünlü gazinolarında yaptığı başarılı sahne programları ve plak çalışmalarıyla Türk musikisine yeni bir soluk getiren Müzeyyen Senar, son sahne konserlerini 1983 yılında İstanbul Bebek Gazinosu’nda verdi. Bu tarihten sonra yalnızca ender anlarda, müzikli özel toplantılarda şarkı söyledi.

1998 yılında Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel albümünü çıkarmıştır. Bu albümde Sezen Aksu’dan Nilüfer’e, Nükhet Duru’dan Ajda Pekkan’a, Tarkan ve Şebnem Ferah gibi isimlerin olduğu bir çalışma yapmıştır ve son albümü olarak En Son Okuduklarım 2001 Albümünü Yapmıştır. Müzeyyen Senar 1998 yılında Devlet Sanatçısı seçildi. Senar, 2004 yılında Sezen Aksu tarafından düzenlenilen ve sanatçı dostlarınında katıldığı gecede 72.sanat yılını kutladı. İstanbul Cemil Topuzlu Harbiye Açıkhava Tiyatrosu’ndaki konserde Müzeyyen Senar’a sahnede Emel Sayın, Ajda Pekkan, Sezen Aksu, Sibel Can, Halit Kıvanç gibi ünlü isimler eşlik etti.

Müzeyyen Senar son konserini 5 Eylül 2006 tarihinde İstanbul Sarayburnu’nda Sepetçiler Kasrı’nda verdi. Muhteşem bir performans sergileyen sanatçıyı veda konserinde kızı Feraye, Bülent Ersoy, Adnan Şenses, Mediha Şen Sancakoğlu, Feriha Tunceli, Erol Evgin, Ahu Tuğba, Levent Yüksel gibi ünlü isimler yalnız bırakmadı.
26 Eylül 2006 tarihinde İzmir’deki evinde fenalaşan sanatçının beyin enfarktüsü geçirdiği ve vücudunun sol tarafının felç olduğu açıklandı. Beynindeki kan pıhtılaşması yüzünden felç olan sanatçının hayatî tehlikesinin bulunmadığı da ek olarak belirtildi. 2007’de İstanbul’daki Darüşşafaka’da Rehabilitasyon Merkezinde Nisan ayı başına kadar tedavi gördü. Bu tedavilerden sonra sol ayağının üzerine basabilmekteydi. Bodrum’da kızı Feraye ve oğlu Ömer ile birlikte yaşamaktadır. 24 Şubat 2008’de kızı Feraye annesi Müzeyyen Senar’ın sesini kaybettiği açıkladı. Senar sesini kaybettiğini bilmemekteydi. 22 Temmuz 2008’de sağlık durumunun iyi olduğu açıklanmıştır. Atatürk’ün en sevdiği sanatçılardan birisidir.

30 Ekim 2009’da öğrencisi Bülent Ersoy tarafından anısına Müzeyyen Senar’ın sanat yaşamından fotoğrafların yer aldığı Cumhuriyetin Divası: Müzeyyen Senar sergisi açıldı.

8 Şubat 2015 tarihinde sabah saat 07:30’da zatürre dolayısıyla tedavi gördüğü Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesinde 97 yaşında hayatını kaybetti. Unutulmaz sanat müziği icracısı Müzeyyen Senar’ın cenazesi 10 Şubat 2015’te Bebek Camii’nde kılınan öğle namazını müteakip Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki aile kabristanına defnedildi.

Ünlü sanatçının bazı taş plaklarının isimleri şöyle:
“Ümitlerim Hep Kırıldı/Aşk ve İnkisar”, “Hey Pınar Derin Pınar / Oh, Oh Ne Güzel Şey”, “Dertli Yarim / Urfa’nın Çevresi”, “Gül Pembe Yüzün / Güller Arasında”, “Bir Gizli Sözüm Var / Leyla”, “Gül Yüzünü Saklama / Seni Ben Çok Bekledim”, “Bahçemde Tek Gülüm Yok / Beter Ol”, “Ben Ağlarım Eller Güler / Bir Görüşte Sevdim Seni”, “Ben Küskünüm Feleğe / Gönül Senindir Artık”, “Benden Selam Olsun / Farfara”, “Çaya İner Ağlarım / Sevdaya Koşanlar”, Bir İhtimal Daha Var / Ellere Uzaktan Bak”, “Haber Gelmez / Kapıldım Gidiyorum”, “Çıkar Yücelerden Yumak Yuvarlak / Köçekçe Şarkı Benli”, “Derbeder Bir Aşıkım / Sesimde Şarkısı Aşkın”, “Derdimi Kimlere Desem / Şarap Mahzende Yıllanır”, “Doktor Her Gün Gelir Gider / Neyleyim Köşkü Neyleyim Sarayı”, “Eşimden Ayrıldım / Yorgun Bir Pınar Gibi”, “Fes Başıma / Yeşil Ördek Gibi”, “Fikrimin İnce Gülü / Söyleyemem Derdimi.”
Müzeyyen Senar’ın albümlerinden bazıları ise şunlar:
“Yine Bir Sızı Var İçimde”, Müzeyyen Senar ile Bir Ömre Bedel”, “Ne Yaptım”, “İkinci Dubleden Sonra”, “Atatürk’ün Sevdiği Şarkılar”, “Müzeyyen Senar’la Faslı Muhabbet”, “En Son Okuduklarım”, “Akşam Oldu Hüzünlendim Ben Yine”, “Meşk”, “Ayrıldı Gönül”, “Söyleyin Güneşe”, “Güller Arasında.”
Muhabir: Saadet Firdevs Aparı, Yayınlayan: Sibel Kurtoğlu

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 08.02.2021 – 23:00

11.12.2020 | HEP ARAMIZDA OLAN ADİLE NAŞİT

Ölümünü andığımız bugünlerde Adile Naşit’i düşününce onun aramızdan hiç ayrılmamış olduğunu hissediyorum. Büyük oyunculuğuyla Altın Portakal’ın en iyi kadın oyuncularından biriydi ama sinema severler ona sıcaklığı, doğallığı ve unutulmaz kahkahasıyla aşık oldular.

“Hababam Sınıfı”nda okul zili ile merdivenlerden koşarak inen Hafize Anamız, “Neşeli Günler”’in inatçı turşucusu Saadet Hanım, Adile Teyzemiz, canımız, bir dönemin çocuklarını “Uykudan Önce” masallarıyla büyütmüş kadın, Adile Naşit.

Biricik oğlunun yokluğunun pansumanı olarak kendini çocuk sevgisine adadığından mıdır, sadece ekranda gördüğümüz bu kısa boylu, tonton kadını hemen hemen hepimiz anne bildik. O ağlarken gülüşüyle acılarımıza perde oldu. Belki de sadece bu yüzden çok sevdik biz Hafize Anamız’ı. Çünkü o her çocuğu kuzucuğu olarak sevdi ve sevgisini hissettirdi.

Peki, bu tonton, kısa boylu ama yüreklerdeki yeri büyük kadın kimdi?

ADİLE NAŞİT’İN ÖYKÜSÜ

Adile, 17 Haziran 1930’da doğduğunda tiyatro oyuncusu annesi Amelya ve komedyen babası Komik-i Şehir Naşit (Naşit Özcan), kızlarına Adela Özcan adını verdi. Annesi, anne tarafından Ermeni, baba tarafınan Rum’du.

Adile, mesleğini doğuştan seçmiş olabilirdi. Çünkü sanat dolu bir ailede büyüdü. Dedesi Kemani Yorgo Efendi, anneannesi de zamanının meşhur kantocularından Küçük Verjin’di. Abisi Selim ve yıllar sonra evleneceği Zeki Keskiner de bir tiyatro sanatçısıydı.

Adile, ailesiyle huzurlu bir çocukluk geçirdi. Ancak öğrenim hayatını 14 yaşına geldiğinde sonlandıracaktı. Onun serüveni gencecik bir kızken başladı.

Tiyatro Sevdası

Adile 14 yaşında okulu bıraktı, çünkü babası ölmüştü. Hayat artık buruk bir eğlence olacaktı onun için.

İstanbul Şehir Tiyatroları Çocuk Tiyatrosu’na girdi. Sinema dünyasını güldüren babasının yansıması olarak sahnelerde olacaktı artık Adile. Halide Pişkin Tiyatro Grubu ile ilk kez “Her şeyden biraz” oyuncularından biri olarak çıktı sahneye. Enerjisi mükemmeldi, babasının kızıydı. Gülen yüzü ile hafızalara kazınacağı aslında bu ilk adımla kendini göstermişti. Sadece tastiği için zamanın da onayını almak gerekecekti.

Profesyonel oyunculuk yolunda

Oynadığı ilk oyundaki performansıyla İstanbul turnesine çıkan Adile, sonra da Muammer Karaca Tiyatrosu’na girdi.

Adile aslında en çok utangaçlığı ve mütevaziliğiyle seviliyordu. Yoksa oyunculuk yeteneği zaten onun kanında dolaşıyordu.

1948’de, Adile artık 18 yaşına gelmişken, Aziz Basmacı ve Vahi Öz ile birlikte kurdukları bir tiyatro grubu ile turnelere çıkmaya başladılar. Adile artık profesyonelleşiyor ve de ünleniyordu. Bu birliktelik 3 yıl devam edecekti.

1954’te Muammer Karaca Tiyatrosu’na döndü ve 1960’a kadar burada kalacaktı.

Ve sinema…

Adile, tiyatro sahnelerinde oyunculuğu ile göz dolduruyordu. Sinemaya da adım atması kaçınılmaz olacaktı elbet.

1947’de Seyfi Havaeri’nin yönetmenliğinde “Yara” filmiyle sinemaya ilk adımını attı. Bu ilk adımdan sonra 1948 yılı Adile’nin dönüm noktası olacaktı. “Lüküs Hayat” ile 1948’de kendine has gülüşü, yarattığı karakter, beğenileri üzerinde toplamıştı. Artık Türkiye’nin sevgilisi Adile Naşit olmak için, tabela köprüden önceki son çıkışı gösteriyordu.

Adile Naşit yuvasını kuruyor

Adile, kendisi gibi oyuncu olan Ziya Keskiner ile gönülden kurduğu bağdan sonra 1950’de evlendi.

Adile ve Ziya birbirini seviyordu ve mutluydu. 1952’de ilk ve tek çocukları olan Ahmet’in aralarına katılmasıyla mutlulukları perçinlendi. Sağ yanağında karakteristik bir benle doğan Ahmet, onları çekirdek aile yapmıştı.

Gözünün nuru, yüreğinin sızısı Ahmet

Ahmet, ortaokul bitirme sınavları sürecinde kalbi ciddi bir şekilde rahatsızlanmıştı ve doktorlar onun ameliyat olması gerektiğini söylüyordu. Ancak bu ameliyat o zamanlar Amerika’da yapılıyordu ve ne Adile’nin ne de Ziya’nın masrafları karşılayacak gücü vardı.

Adile Naşit sanat camiasında çok seviliyordu. Sanatçı dostları yetişti yardımlarına. O dönemde gerekli miktar 100 bindi. Sanat camiası, tiyatrolar, gazeteler ayaklandı. İstanbul Tiyatroları bir gecelik gelirini bağışladı. Üstüne bir de “Gece Yarısı Tiyatrosu” düzenlendi. Dönemin gazeteleri de paranın kalanını denkleştirmek için kampanyalar başlattı. Nihayet Ahmet ameliyata gönderildi.

Aslında Ahmet’in ameliyatı çok iyi geçmişti, iyileşecekti. Ama ameliyat sonrasında bir gün beklenmedik kötü bir sürprizle Ahmet komaya girdi. Bu bekleyiş annesi ve babası için derin bir sessizlikti.

16 Haziran 1966’da Ahmet gözlerini artık bir daha açamayacaktı. Girdiği komadan hiç uyanamadı. Üstelik ertesi günü annesinin doğum günüydü.

Oğlunun ölüm haberini aldıktan sonra

Adile Naşit oğlunun ölüm haberini İzmir’de bir oyununun öncesinde aldı. Yıkıldı, kahroldu, ama gözyaşlarını içine akıtmayı tercih etti. Aldığı haberin yıkıcılığına rağmen her zamanki şen kahkahasını yüzüne maske edip sahneye çıktı ve seyircisini güldürdü.

O gün, tüm hayatının değişeceği gündü. Bizleri güldürmeye o gün bile devam eden Hafize Ana’nın kahkahalarının ardında oğlunun hasreti ve yasının ilk günkü tazeliği vardı.

Oyun bitiminde İzmir’den İstanbul’a döndü. Perişan haldeydi. Yeni bir hayat onu bekliyordu. Adile, bir daha asla uçağa binmeyecek ve doğum gününü kutlamayacaktı.

Kendini tiyatroya, sinemaya ve çocuklara adadı.

70’lerde Adile Naşit

Adile Naşit’in sinemaya girişinin evveliyatı olsa da, 1970’den sonra filmlerde daha sık görülmeye başladı.

1976’da “İşte Hayat” ile Antalya Altın Portakal Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu Ödülü”nü aldı.

Sinemada Ertem Eğilmez yönetmenliğinde, Rıfat Ilgaz’ın ünlü eseri Hababam Sınıfı’ndan uyarlanan seride Hafize Ana ile Türk halkının evinden biri oldu. Ertem Eğilmez ve Kartal Tibet, en çok çalıştığı iki yönetmen olacaktı.

Münir Özkul ile başrolleri paylaştığı filmlerindeki anne karakteriyle daha da ünlendi. İçinde yara olan anneliğinin kabuk bağlamasına hiç izin vermedi. O yarayı hep kanattı. Çünkü biliyordu, bir acı ancak böyle mutlu ederdi insanı.

Masalcı Teyze

1980’de TRT Ankara Televizyonu prodüktörlerinden İlhan Şengün, Adile Naşit’e “Uykudan Önce’” programını teklif etti. Artık Adile Naşit, her gece sessiz evinde oğlunun fotoğrafına bakarak ona anlattığı masalları kuzucuklarına, yani o dönemin çocuklarına televizyondan anlatacak ve hikayeler okuyacaktı. Tek kanallı televizyon döneminde bu program Adile Anne’nin kuzucukları tarafından çok beğenildi.

Adile Naşit’in eşi öldü

Adile Anne sevdiklerinin ölümüne şahit olmuş insanlardan biriydi. 1982’de kaybettiği biricik oğlunun babası, sevgili eşi Ziya Keskiner öldü.

Bu ölümün ardından 16 Eylül 1983’te Adile Naşit, Cemal İnce ile gizlice evlendi. Özel hayatını her zaman saygılı ve gizli yaşadı.

Adile Naşit’in vefatı

Adile Anne bağırsak kanseri olmuştu. Kanserle savaşırken de mesleğini ve çocukları asla ihmal etmedi. Ancak bünyesi savaşı kaybetti ve o, 11 Aralık 1987’de öldü ama aramızdan hiiiç ayrılmadı.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 11.12.2020 – 21:00

14.07.2020 | “YOLUMA IŞIK TUTAN HER ŞEY NERDEYSE, BEN DE ORDAYIM” DİYEN ADALET AĞAOĞLU, YOLUN IŞIK OLSUN!

Türk edebiyatının önemli kadın yazarlarından Adalet Ağaoğlu, 91 yaşında hayatını kaybetti. Yazar Ağaoğlu bir süredir yoğun bakımda tedavi görüyordu.

Ağaoğlu’nun ölümüyle ilgili hastaneden yapılan açıklamada, “Sayın Adalet Ağaoğlu, 3 gündür yoğun bakımda gördüğü tedavi sonrasında çoklu organ yetmezliği nedeniyle bu sabaha karşı hayatını kaybetti.” denildi.

Türk edebiyatının önemli isimlerinden Ağaoğlu, geçen yıl Sabah gazetesi röportajında eşinin ölümünden sonra kendisini yarım hissettiğini söylemiş, “Bu kadar uzun yaşamayı hiç istemezdim, kendimden sıkıldım” demişti.

Ağaoğlu, bu yıl İstanbul Life dergisinden Çınar Oskay’a verdiği röportajında da, “Dünyanın bu halini görmek istemezdim” ifadesini kullanmıştı.

Eleştirmen Semih Gümüş, Ağaoğlu’nun ölümünün ardından, “Adalet Ağaoğlu’nu bu sabah kaybetmişiz. Edebiyatımızın en önemli yazarlarındandı. Romanları çok özeldi. Onu hiç tanımadan iki romanı hakkında iki küçük kitap yazmıştım. Sonra tanıştık. Çok konuştuk. Her şey çok üzücü.” dedi.

İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünün (TUDEB) resmi Twitter hesabından da “Türk edebiyatının usta kalemi Adalet Ağaoğlu’nu kaybetmenin hüznünü yaşıyoruz. Başımız sağ olsun.” paylaşımı yapıldı.

Boğaziçi Üniversitesi sosyal medya hesabından ise “Edebiyatımızın büyük ismi, Boğaziçi Üniversitesi Fahri Doktora sahibi değerli yazar Adalet Ağaoğlu’nu kaybettik. Eserleriyle her zaman yaşayacak.” açıklamasına yer verildi.

ADALET AĞAOĞLU VE EDEBİYAT MACERASI

20. yüzyıl Türkiye edebiyatının en önemli yazarlarından biri olan Adalet Ağaoğlu, 1929 yılında Nallıhan’da dünyaya geldi.

İlköğrenimini Nallıhan’da tamamladıktan sonra, 1938 yılında ailesi ile birlikte Ankara’ya yerleşti.

Ankara Kız Lisesi’ni bitiren Ağaoğlu, 1950 yılında Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Fransız Dili ve Edebiyatı bölümünden mezun oldu.

Oyun, öykü, deneme, anı ve roman olmak üzere pek çok türde eser veren Ağaoğlu’nun edebiyat merakı lise yıllarına dayanır.

Ağaoğlu, 1946 yılında Ulus gazetesinde tiyatro eleştirileri yayımlayarak yazarlığa başladı ve 1948-1950 yılları arasında Kaynak Dergisi’nde şiirlerini yayımladı.

-TRT Ankara Radyosu’nda çalıştı-

1951 yılında TRT Ankara Radyosu’ndaki görevini, istifa ettiği 1970 yılına kadar bu kurumda dramaturg, radyo tiyatrosu müdürü, program uzmanı ve daire başkanı olarak sürdürdü.

Ankara Radyosu’nda göreve başladığı yıl ilk radyo oyunu olan “Aşk Şarkısı”nı yazdı.

-Ankara’da ilk özel tiyatroyu kurdu-

Radyo’da çalışırken tiyatro oyuncusu ve yönetmen dört arkadaşı, Kartal Tibet, Üner İlsever, Çetin Köroğlu ve Nur Sabuncu ile birlikte Ankara’nın ilk özel tiyatrosu olan “Meydan Sahnesi”ni kurdu.

1953 yılında Sevim Uzungören ile birlikte kaleme aldığı Bir Piyes Yazalım adlı tiyatro oyunu aynı yıl Ankara’da sahnelendi.

Sevim Uzungören ile beraber yazdığı Evcilik Oyunu adlı oyun da Ankara’da sahnelendi.

-İlk romanı 1973 yılında-

1970’li yıllardan itibaren öykü ve roman yazarlığına odaklanan Ağaoğlu’nun ilk romanı Ölmeye Yatmak 1973’te yayımlandı.

Çok ses getiren bu roman, Bir Düğün Gecesi (1979) ve Hayır (1989) romanlarıyla bir üçleme oluşturur.

Fazlasıyla ses getiren ilk romanı ve sonraki eserleri yoğun tartışmalara konu oldu, üçleme ile pek çok ödül kazandı.

İlk hikâye kitabı olan “Yüksek Gerilim “ise 1974 yılında yayımlandı.

-İkinci romanı toplatıldı-

İkinci romanı Fikrimin İnce Gülü (1976) dördüncü basımında toplatıldı.

1981 yılında Fikrimin İnce Gülü romanı hakkında “askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif” suçlamasıyla hakkında açılan dava iki yıl sürdü ve yazar bu sürecin sonunda aklandı.

Öykü kitapları, deneme, anı ve roman türünde eserler de yayımlayan Ağaoğlu, 1991 yılında Çok Uzak Fazla Yakın ile oyun yazarlığına geri döndü.

Adalet Ağaoğlu, 1954 yılında mühendis Halim Ağaoğlu ile evlendi.

Ağaoğlu, 1986’da kurulan İnsan Hakları Derneği’nin kurucuları arasında yer almış ancak Temmuz 2005’te fikir ayrılığına düştüğü gerekçesiyle istifa etmişti.

Ağaoğlu için Can Yücel’in söylediği “Sen Türkiye’nin en güzel kazasısın” sözü, Feridun Andaç’ın Adalet Ağaoğlu ile yaptığı nehir söyleşi tarzında bir kitabın adı oldu. Kitap, 2006’da basıldı.

1996’da trafik kazası geçirdi, iki yıl hastanede yattı

1983 yılından beri İstanbul’da yaşayan Adalet Ağaoğlu, 1996 yılında ciddi bir trafik kazası geçirdi ve iki yıl hastanede yattı.

Sarıyer’de yürüyüş yaparken bir otomobilin çarpması sonucu Boğaz’a düşen Ağaoğlu’nda kırıklar oluşmuş, yazar beyin kanaması geçirmişti.

Sürücü ise gözaltına alınmıştı.

-İç monologlar eserlerinde önemli-

Ağaoğlu, eserlerinde toplumsal sorunlara ve bunların bireyler üzerindeki etkisine iç monologlar ve ince alay ile dikkat çeker.

Ağaoğlu, tiyatro, öykü ve roman türlerinde birçok ödüle layık görüldü.
Öykü kitapları, denemeler, anı-roman başlıkları altında, aydın kimliği, kadın erkek ilişkileri ve kadın kimliği, sosyal ve siyasal alanda yaşanan süreçleri, toplumsal baskı ve cinsel konular hakkında konuları işleyen yazarın eserleri arasında; “Yaz Sonu”, “Üç Beş Kişi”, “Göç Temizliği”, “Ruh Üşümesi “, “Romantik Bir Viyana Yazı”, “Yüksek Gerilim, “Sessizliğin İlk Sesi” yer alıyor.

– Boğaziçi Üniversitesi’nden fahri doktora unvanı aldı-

Adalet Ağaoğlu, 2018 yılında düzenlenen törenle Boğaziçi Üniversitesi’nden fahri doktora unvanı aldı.

Rektör Prof. Dr. Mehmed Özkan, Ağaoğlu’na bu unvanı vermekten gurur duyduklarını belirterek, “Adalet Ağaoğlu’nun 70 yılı aşan edebiyat serüveni, ülkemiz kültür ve edebiyatının gelişiminde doldurulamaz katkıları ve eserleri var. Bu eserleri değerli kılan kendisinin sağduyulu, vicdanlı ve entelektüel kimliğiyle Türkiye’nin toplumsal sorunları için ortaya koyduğu çabaları ve çalışmalarıdır.” dedi.

Adalet Ağaoğlu, 2010 yılında bütün kitaplarını Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlamıştı.

Yazar tarafından Boğaziçi Üniversitesi’ne bağışlanan kişisel arşivi, Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi’nde yazarın kontrolünde tasarlanan bir odada muhafaza ediliyor.

Bu odada yazarın masası, daktilosu, ödülleri, plakları gibi özel eşyalarının yanı sıra yazarın eşi ve arkadaşları ile yazışmaları (Halim Ağaoğlu, Halil Ergün, Yalçın Küçük, Haldun Taner, Tunç Yalman, Hulki Aktunç, İlhami Soysal, Pirko-Asaf Çiğiltepe, Faruk Ulay) dosyalanmış bir şekilde bulunuyor. Yazarın 1996’da geçirmiş olduğu trafik kazası sonrası belgeleri ve kendisine gönderilen mektuplar da bir dosya içerisinde yer alıyor.
Yeni şeyler keşfederim onda’

2019 yılında hayatını kaybeden tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter, “Adalet Ağaoğlu’nu durmadan okurum. Yeni yeni şeyler keşfederim onda.” ifadesini kullanmıştı.

Eleştirmen Semih Gümüş, Ağaoğlu için, “O’nun kitaplarında gereksiz, anlamsız, kıymetsiz tek bir kelime bulamazsınız” demişti.

-‘Mutlu olsam yazar mıydım?’-

Ağaoğlu, bu yıl İstanbul Life dergisinden Çınar Oskay’a verdiği röportajında ilk romanını neden kaleme aldığını şu şekilde anlattı:

“Klasik romandan bıkmıştım. Tek bir zaman çekimiyle kullanılıyor. Gelmiş, geçmiş, geliyor, gidiyor. Halbuki ben terslerini, diğer çekimlerini kullanmaya çalışıyorum. İnsanın içinden geçen bir şeyi de başka türlü yazıyorum. Söylenmemiş bir lafı varmış gibi. Bazı okurlara güç geldi ilk zamanlarda.”

İlk romanından sonra gelen tepkileri Ağaoğlu, “İlk kitaplardan sonra eşim bile dedi ki: ‘Oyunların ne kadar seviliyordu, romanlara nereden geçtin?’ ‘Çünkü oyunlarım yasaklandı’ dedim. ‘Çatıdaki Çatlak’ oynanırken yasaklandı. ‘Roman yazarsam kimse bir şey yapamaz’ dedim. Kitaplar toplansa da varlar. İlk romanımda belki de alışılmadık bir biçim kullandım. Klasik romandan bıktığım için anlatının bütün türlerini kullandım. Şiir de mektup da tiyatro da vardı. Eleştirildim tabii ki.” diyerek anlattı.

Yazar aynı röportajda, “Mutlu olsam yazar mıydım? Bir şeylerden mutlu olmadığım için kaleme sarıldım.” ifadesini kullandı.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 14.07.2020 – 21:00

18.05.2020 | HAYATINI KADINLARIN ÇAĞDAŞ YAŞAMINA ADAYAN BİR ÖNCÜ

Yaşamı boyunca gösterdiği mücadele ile Türkiye’de eğitim, sağlık ve kadınların özgürleşmesi gibi birçok konuda büyük emekleri olan Türkan Saylan 11. ölüm yıldönümünde anılıyor. Hem yerli hem uluslararası alanda sayısız başarıya imza atan Prof. Dr. Türkan Saylan kimdir? İşte Türkan Saylan’ın hayatı…

TÜRKAN SAYLAN KİMDİR?

13 Aralık 1935’te İstanbul’da doğan Türkan Saylan, Kandilli Kız Lisesi ve İstanbul Tıp Fakültesi’ni bitirdi. 1968 yılında deri ve zührevi hastalıklar uzmanlığı eğitimi alan Saylan, 1968 yılında da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı’nda başasistanlığa başladı.

İngiltere ve Fransa’da çalışmalar yapan Saylan, 1977 yılında profesör oldu ve 1982-1987 yıllarında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Dermatoloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı, 1981–2001 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi Lepra Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürlüğünü yürüttü.

1976 yılında lepra diğer bir adıyla cüzzam çalışmalarına başladı ve Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı’nı kurdu. 1986’da Hindistan’da “Uluslararası Gandhi Ödülü”nü aldı. 2006 yılına kadar Dünya Sağlık Örgütü’nün lepra konusunda danışmanlığını yapan Saylan, aynı zamanda Uluslararası Lepra Birliği’nin (ILU) kurucu üyesi ve başkan yardımcısıydı.

1957’de evlenen, iki oğlu olan Saylan’ın iki torunu bulunuyor. 17 yıl meme kanserine karşı mücadele eden Saylan, 18 Mayıs 2009’da hayata gözlerini yumdu. Vefat ettiğinde gönüllü kuruluş olarak Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin Genel Başkanlığını, TÜRKÇAĞ ve KANKEV Vakfı Başkanlığı ile Cüzzamla Savaş Derneği ve Vakfı Başkanlığı’nı sürdürmekteydi.

ÇAĞDAŞ YAŞAMI DESTEKLEME DERNEĞİ TÜRK KADINLARI İÇİN NE DEMEK?

ÇYDD Ankara Şubesi Başkanı Ayfer Yüksel, Türkan Saylan’ın Türkiye’ye ve kadın hareketine en büyük katkılarından biri olan Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin anlatıyor:

Cumhuriyet Devrimi’yle Türk kadını, özgür bir kimlik kazandı. Bu kimliğinin kazanımlarıyla yorulmadan çalışmayı, başarmayı amaç edindi. Cumhuriyet’in ve Türkan Saylan’ın bizlere mirası aynıdır.

Binlerce yıl boyunca Anadolu topraklarında kadın, bilgeliğin, üretkenliğin, çalışkanlığın, bereketin, sevginin ve barışın simgesi olarak anılmıştır. Bu anlayış günümüze dek yaşatılmışsa da zamanla bazı bağnaz kesimlerin kadını yalnızca çocuk doğurup ailesine hizmet etmekle yükümlü bir varlık olarak nitelemesiyle büyük bir kadın nüfusu eve hapsolmuş, erkeklerin izin verdiği ölçüde yaşamın içinde yer alabilmiştir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Anadolu kadını, mayasında varolan cesaretini, yurdunu koruma inancını ve gücünü büyük bir kahramanlıkla ortaya koymuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında Mustafa Kemal’in önderliğinde gerçekleşen tüm devrimlerin ve çalışmaların içinde onurla yer almıştır. Cumhuriyetin ilan edilmesiyle kadınlar önlerinde açılan yeni kapıların hakkını vermek için yorulmaksızın çalışmaya ve üretmeye başlamıştır. Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin bütün olanaksızlıklarına karşın kadınlar her alanda eğitim almaya, yalnızca erkeklerin yapacağı düşünülen onlarca mesleği gereğince yapmaya başlamıştır.

Günümüzde Cumhuriyet kazanımlarından atılan geri adımlar, eğitim sisteminde sıklıkla yapılan değişiklikler ne yazık ki yine en çok kadınların zarar görmesine neden olmaktadır. 4+4+4 eğitim sistemi ile daha çok çocuğun örgün eğitim sisteminden uzaklaşmasına tanık oluyoruz. Bu sistemin, çocuk yaşta kızların eve kapatılmasına ve erken evliliklere zorlanmasına neden olduğunu bilmek ise hepimiz için büyük bir acıdır.

Atatürk’ün bulunduğumuz coğrafyada olanaksızı başararak yarattığı “Aydınlanma Devrimi”nden uzaklaştıran her adımın sonu, karanlık olacaktır. Çağdaş, laik, demokratik bir hukuk devleti olma yolunda inanç ve kararlılıkla yürümek ise Cumhuriyet aydınlarına düşen en büyük görevdir.

Saylan’ın mirası

Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği’nin (ÇYDD’nin) bir üyesi olarak unutulmaz Genel Başkanımız Prof. Dr. Türkan Saylan’ın “Her eğitimli kadının bu Cumhuriyet’e borcu var!” sözünü anımsatmak isterim. O, bir hekim, eğitimci ve sivil toplum önderi olarak ömrünü bu borcu ödemek için harcadı. Şimdi bizler bayrağı devraldık. ÇYDD’nin binlerce gönüllüsü, ülkenin dört bir yanına dağılmış şubelerde, aydınlanma ışığını yaymak için çalışıyor.

Türkan Saylan Hoca’mızın yolundan yürüyerek kızların okuması için çalışıyoruz. Cumhuriyet ışığı ile gönülleri aydınlanmış bursverenlerimizle el ele, her yıl binlerce kızımızın eğitimini sürdürmesine destek oluyoruz. Onların meslek sahibi, kararlarını kendi veren, ayakları üzerinde duran yetişkinler olarak yaşama atılmaları için çaba harcıyoruz. Bu çabamızı hep sürdüreceğiz.

KAZANDIĞI ÖDÜLLER

1996’da İstanbul Üniversitesi kendisine “Atatürk İlke ve Devrimleri” ödülünü verdi. İngiltere dermatologlarının derneği olan Dowling Kulübü (1978) ve “Kuzey Amerika Klinik Dermatoloji Derneği” (1996) tarafından onur üyesi seçildi. Bugüne kadar çok sayıda ödüle layık görüldü.
“Atatürk İlke ve Devrimleri Ödülü” İstanbul Üniversitesi (1996),
“Ülkemizde Yılın Kadını Ödülü” (1990),
“Melvin Jones Ödülü” (1991),
“Atatürkçü Düşünceye Hizmet Ödülü” İncirli Lions (1996),
“Kuvayi Milliye Ödülü” Haliç Rotary (1997),
“Fahrettin Kerim Gökay Ödülü” Türk Lions Vakfı (1997),
“Türkiye Ziraatçiler Birliği Dayanışma Ödülü” (1998),
“75. Yıl Ödülü” Türk Kadınlar Birliği Şişli Şubesi (1998),
“Uğur Mumcu – Muammer Aksoy Ödülü” ADD İstanbul Şubesi (1999),
“Rıfat Ilgaz Kültür Merkezi Onur” Ödülü” (2000),
İtalya “Foyer des Artistes Kurumu Ödülü” (2001),
Cüzzamlı Hastalara verdiği uzun süreli hizmet ve getirdiği bakış açısı nedeniyle “Hasta ve Hasta Yakını Hakları Derneği 2001 Yılı Ödülü”,
“Atatürk Ödülü” Amerika / Atatürk Topluluğu (2001),
“Sanat Kurumu Onur Ödülü” (2002),
“Atatürk / Çağdaşlık Ödülü” Dünya Atatürkçü Kuruluşları (10 Kasım 2003)
“Üstün Hizmet Ödülü” Yıldız Teknik Üniversitesi (2004),
Eğitime yaptığı katkılar nedeniyle “Eğitim Ödülü” TED Koleji,
“Kendinden önce hizmet” ilkesine örnek davranışı nedeniyle “100. Yıl Mesleki Başarı Ödülü” Rotary Kulübü,
“İnsan Hakları Ödülü” İzmir Karşıyaka Belediyesi (2004),
“Türkiye’nin En İyi Eğitimcisi” Ödülü – Tempo Dergisi (2004),
Kültür Üniversitesi’nin İstanbul genelindeki üniversitelerin öğrenci ve öğretim üyeleri arasında yaptığı anket sonucunda “Yılın En Yürekli Kadını Ödülü” (2004) ,
“Puduhepa Ödülü” – Adana Kütür Sanat Derneği (2005),
“Meslek Hizmetleri Ödülü” Ankara Emek Rotary Kulübü (Ekim 2005),
“Toplumsal Barış Ödülü” Barış Radyo,
“İnsan Hakları, Demokrasi, Barış ve Dayanışma Ödülü”
SODEV Sosyal Demokrasi Vakfı (2005),
“İyi Kalpli Ol Ödülü” Türk Kalp Vakfı (2006),“Yılın Başarılı İş Kadınları Ödülü” Dünya Gazetesi (2006),
“ÇEK Eğitim Ödülü”, Çağdaş Eğitim Kooperatifi (2006),
Vehbi Koç Ödülü (2009).
Kabataşlılar Derneği Ahmet Taner Kışlalı “Aydın İnsan” Onur Ödülü (2009)

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 18.05.2020 – 23:59

13.05.2020 | SOMA DAVASI VİCDANLARDA DAHA KAPANMADI

13 Mayıs 2014’te Manisa’nın Soma ilçesinde meydana gelen maden faciasında 301 madenci hayatını kaybetmişti. Bu acı olay ülke vicdanında derin bir göçük yarattı. Çünkü ölen canlar bir yana, bu canların hesabını veremeyen ülke siyaseti ve hukuku yaranın hiç kapanmamasına neden oldu. Üstelik Covid-19 pandemisi gerekçe gösterilerek sanıkların kısmi af kapsamına alınması adeta hayatını kaybeden madencileri ve onların ailelerini cezalandırır nitelikte. İşte bu yüzden biz de KADINCA.eu olarak kadınlara ayırdığımız portremizi, bu ay Soma’da ölen madencilere ve madenci ailelerine ithaf ediyoruz. Ayrıca Soma Şehit Aileleri Derneği’nden İsmail Çolak’ın kaleme aldığı mektubu, vicdanlarında Soma davasını kapatmayanlarla paylaşıyoruz:

SOMA’DAN MEKTUP

13 Mayıs 2014…
İsmail Çolak
Hayatımızın en karanlık, en acı günüydü 14 Mayıs 2014. Kimimiz evladını, kimimiz kardeşini, kimimiz eşini, kimimiz babasını yolladı o sabah madene işlerinin hayırlı olmasını dileyerek. “Akşam ne yemek istersin” diye sordu anneler, eşler. Nereden bilsinler günün ilerleyen saatlerinde neler olacağını. Kaza olduğu haberlerini kabul etmiyor, inanmak istemiyor insan yüreği. Elimiz göğsümüzün üzerinde bir yumruk, boğazlarımız düğümlü, nefes almak zulmüyle koştuk madene. Yeraltından çıkan her yüzde arıyoruz evladımızı, kardeşimizi, eşimizi, babamızı. Canlı çıkana seviniyor, canlı olduğunu bilemediğiz yüze kahroluyoruz.
Zaman geçiyor, yolumuz madenden ayrılıyor. Soğuk hava deposunda beden arama yoluna doğru ilerliyoruz. O gün o soğuk hava deposu ne çığlıkları hapsetti duvarlarına. Ne gözyaşlarını sakladı bahçesine. Evladınızın canını aramaktan vazgeçip, bedenini aramanın nasıl bir karar olabileceğini anlatamayız. “Keşke ben orada olsaydım, keşke işe yollamasaydım, keşke, keşke…” keşkelerle dolu bir yolculuk bu.
Onlarca bedenin içinden buluyoruz evlatlarımızı. Ufacık bir ipucundan tanıyoruz onları. Vedalaşamadan, sarılamadan, “bizi affet” diyemeden, kokusunu bir kez bile alamadan toprağa uğurlama yolculuğuna çıkarıyoruz. Gülüşlerinin, sıcaklıklarının, seslerinin, ellerinin bir daha olmayacağını bilerek veriyoruz toprağa. Onlara dair yalnızca toprakları kalıyor elimizde. O toprağa bile nasıl dokunacağımızı bilemiyoruz, incitmekten korkarak. Küçüklüklerinde düştüğünde kanayan dizlerini öpen bizler, topraklarını öpüyoruz o gün o gün.
Günler geçiyor, adaleti arar, saklandığı yerden çıkarırız diyoruz. Avukatlarımız ve sivil toplum kuruluşlarıyla düşüyoruz adaletin peşine. Mahkeme salonlarını arşınladıkça acımız hafifler sanıyoruz ama öyle olmuyor ne yazık ki.
Biz evlatlarımızın toprağına dokunmaya korkarken en onurlu kıyafet olan cübbeyi çıkarıyor sanki hakimler de giyiyorlar üzerine celladın cübbesini. Maden de katlettikleri yetmiyor evlatlarımızı, bu defa hukuk katlediyorlar onları. Tabii bizleri de. Adalet haberini bekleyen toplumu katlediyorlar. Avukatlarımızı katlediyorlar. En önemlisi de hukuku katlediyorlar. Evlatlarımızın hayatını 6 günle sınırlıyorlar. 301 evladın, 301 canın yaşamının bedelini 6 günle biçiyorlar.
Evlatlarımızın son sözlerinin bile ne olduğunu bilemedik biz. Çocukken ateşlendiklerinde 6 gün gözlerimizi kırpmadık. Okula başlayacakları zaman heyecandan 6 gün uyuyamadık. Şimdiyse, evlatlarımızın elimizden alınmasına sebep olanlara 6 gün biçti adalet diye güvendiğimiz.
Biliyor musunuz tam altı yıl geçti 2014’ün üzerinden. Biz hala ilk günkü gibiyiz, acımız hala ilk günkü gibi taze.
Biz Adalet ararken tekmelediniz bizleri. Sonra kendinize seçim yatırımı yapmak için bir özür dilettirdiniz. Kuru bir özür müydü o tekmenin acısını bizim yüreğimizden sökecek olan? O tekmeyi her gün attınız yüreklerimize her gün… Mahkeme salonlarında verdiğiniz kararlarla tekmelediniz. HSK önüne evlatlarımızın toprağını götürürken bizlere biber gazı sıkarak tekmelediniz. Avukatlarımıza şiddet gösterilmesine göz yumarak tekmelediniz. Avukatlarımızı tutuklatarak tekmelediniz. Dava karar aşamasına gelmişken, hakimi değiştirerek tekmelediniz. En önemlisi de bizden öte kendinizi tekmelediniz. Onurunuzu tekmelediniz. Kamu vicdanını böylesine sarsan bir olayda onurunuzu bıraktınız o mahkeme koridorlarında. Adaleti ve bizleri katlettiğiniz yetmezmiş gibi kendi onurunuzu da katlettiniz. Aslolan yaşamaktan ziyade onurlu yaşamaktı oysa, unuttunuz.
Keşke bu kadarla sınırlı kalsaydı her şey ama tekmelemeye ve katletmeye doymayan siz “infaz yasası” adı altında 6 gün biçtiğiniz cezayı bile çok görüp bu kararı da bozdunuz. Çıkardınız evlatlarımızın katillerini…
Şimdi soruyoruz size, dilediğiniz hangi özür söndürür içimizdeki ateşi?
Hangi örtü örter yüzünüze nakşolacak olan utancı?
Sahi hiç utandınız mı siz?
Hiç acımızı hissettiniz mi?
Hiç kendi evlatlarınızın yüzüne bakarken içiniz cız etti mi?
Babasına sarılabilen torunlarınızı görünce bir yerlerde babasına sarılamayan çocuklar olduğunu bildiniz mi?
Babasını yalnızca fotoğraflardan tanıyan, “babamı özledim” diye mezarına koşmak isteyen çocukların var olduğunu bildiniz mi?
Yüzünüzü güldüren babalar gününün kimi çocuğa zehir günü olduğunu bildiniz mi?
Anneler gününde evladının kapısını çalması gerekirken evlatlarının mezarına kendi ayaklarıyla giden evlatsız kalan anaları bildiniz mi?
Sahi size hiç adalet lazım oldu mu?
Biz yitirdik evlatlarımızı, kardeşlerimizi, eşlerimizi, babalarımızı ancak mücadelemiz yeni Soma’lar yaşanmasın diyedir.
Soma’dan sonra yüzlerce işçi kaybettik. Hepsinin ailelerinin yanındaydık. Acılarımız ortak, söylemlerimiz ortaktı. “Bir evladı daha kaybetmeyelim”. Biz yaşatmak ve onları korumak için yola çıktıkça başka haberlerle yıkıldık. Sonuç ne olursa olsun biz evlatlarımız için mücadelemizi sürdüreceğiz. Onurumuzu yaşatmaya devam edeceğiz. Adaleti bu ülkede herkes için aramaya devam edeceğiz.

SOMA 301 MADENCİLER SOSYAL YARDIMLAŞMA DERNEĞİ

SOMA KATLİAMINDA NELER YAŞANDI?

Soma Faciası, 13 Mayıs 2014’te Türkiye’nin Manisa ilinin Soma ilçesindeki kömür madeninde çıkan yangın nedeniyle 301 madencinin ölümüyle sonuçlan madencilik kazası. Facia, Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en çok can kaybı ile sonuçlanan iş ve madencilik kazası olarak kayıtlara geçti. Soma Holding şirketlerinden Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. tarafından işletilen maden ocağında, patlamaya elektrikli ekipmanların sebep olduğundan şüphelenildi. Yangın vardiya değişimi sırasında meydana geldi ve 787 işçi patlama sırasında yer altında kaldı. 17 Mayıs 2014’te, toplamda 301 kişinin hayatını kaybettiği ve içeride kimse kalmaması sebebiyle kurtarma çalışmalarının sona erdiği açıklandı.

Türkiye’de madenciler, 2013 yılı sonunda ülkedeki tehlikeli çalışma koşullarını protesto etti ve Türkiye Büyük Millet Meclisi, ilgili madenin güvenliğinin araştırılması teklifini facianın gerçekleşmesinden yalnızca yirmi gün önce reddetti. Facianın gerçekleşmesinden sonra Türkiye’de üç günlük ulusal yas ilan edildi. Ülke halkı faciadan dolayı çeşitli tepkiler gösterdi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Soma’da protestolara maruz kaldı. Ayrıca, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde iki gün ve Pakistan’da bir gün ulusal yas ilan edildi.
Facianın sorumluları hakkında açılan dava ise 4 yıl sürdü. Toplam 51 sanık hakkında ‘Olası kastla öldürme’, ‘Bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümü ile birlikte birden fazla kişinin yaralanmasına neden olma’, ‘Neticesi sebebiyle ağırlaşmış yaralama’ suçlarından 301 kez, 2 yıldan 25 yıla kadar hapis cezası istemiyle dava açıldı.

37 KİŞİ BERAAT ETTİ

Akhisar Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan sanıklar hakkında karar 11 Temmuz 2014’te verildi. Soma Kömür İşletmeleri A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan’a 15 yıl, Genel Müdür Ramazan Doğru’ya 22 yıl 6 ay, İşletme Müdür Yardımcısı İsmail Adalı’ya 22 yıl 6 ay, İşletme Müdürü Akın Çelik’e 18 yıl 9 ay, maden mühendisi Ertan Ersoy 18 yıl 9 ay hapis cezası verildi.

Ayrıca tutuksuz sanıklardan emniyet teknikeri Mehmet Ali Günay Çelik’e 11 yıl 8 ay, maden mühendisleri Yasin Kurnaz ve Hilmi Kazık’a 10 yıl 10’ar ay, yönetim Kurulu üyesi Haluk Sevinç, çalışanlardan Hilmi Karakoç, Mehmet Eres, Hüseyin Alkan, Fuat Ünal Aydın’a 8 yıl 4’er ay ve Murat Bodur’a 6 yıl 3 ay hapis cezası verildi.

Aralarında Holding Başkanı Alp Gürkan’ın da bulunduğu 37 kişi ise beraat etti. 18 Nisan 2019’da temyiz başvurusunu inceleyen İzmir Bölge Adliye Mahkemesi 14. Ceza Dairesi, mahkemenin verdiği kararı onayıp, 15 yıl hapis cezasına hükümlü şirketin Yönetim Kurulu Başkanı Can Gürkan’ı tahliye etti.

PANDEMİ VE AF

Pandemi nedeniyle geçen ay Meclis’ten geçen infaz paketi ile Soma davasında halen tutuklu olanların da cezalarında indirim gerçekleşti. Yeni düzenlemeyle, davada en yüksek cezaları alan müdürler Ramazan Doğru ve İsmail Adalı, 2022 yılında serbest kalacak. Diğer tutuklular da aşama aşama tahliye olacak.
Somalı işçi ailelerinin avukatları “Soma, Aladağ, Çorlu gibi davalardaki sanıkların pandemi gerekçe gösterilerek getirilen bu kısmi af kapsamına alınması kabul edilemez” değerlendirmesini yaptılar.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 13.05.2020 – 23:59

20.03.2020 | BEYAZ PERDEMİZİN AVRUPAİ GÜZELİ MUHTEREM NUR, ARAMIZDAN AYRILDI

Türk sinemasının bebeksi, Avrupai yüz hatlarıyla hafızalarda yer eden aktristi Muhterem Nur hayatını katbetti. Nur, uzun süredir, böbrek yetmezliği ve solunum yolları enfeksiyonu nedeniyle tedavi görüyordu. Geçtiğimiz yıllarda aramızdan ayrılan Arabesk müziğin tanınan ismi Müslüm Gürses’in hayat arkadaşı olan Muhterem Nur’dan bu sabah acı haber geldi. Muhterem Nur, sabah 06.30 sıralarında hayata gözlerini yumdu. Ünlü sanatçı İstinye Devlet Hastanesi’nde tedavi görüyordu.

MUHTEREM NUR KİMDİR?

Muhterem Nur’un gerçek adı Aysel Muhterem Kısa’dır. 31 Aralık 1932’de Eski Yugoslavya şimdi ise Makedonya sınırları içinde olan Manastır şehrinde dünyaya gelmiştir. 16 yaşındaki annesini doğum esnasında kaybetti, babasını hiç tanımadı. “Anne” dediği teyzesi büyüttü onu. Ona Olga adını verdiler. Yugoslav hükümetinin müslümanlara yaptığı aşırı baskılar altında kalan Manastır Türkleri arasında başlayan göçle birlikte o da çok küçük yaşlarda ailesinin geri kalanıyla Türkiye’ye göç etti. Diğer göçmenlerle birlikte önce Tekirdağ’a yerleştirildiler. Fakat tüm servetini Manastır’da bırakan ailesi yaşadığı zor şartlara daha fazla dayanamayıp 1942’de İstanbul Eyüp’te küçücük bir eve sığındı. Yeni nüfus cüzdanıyla adı Aysel Muhterem, soyadı da Kısa oldu. Çocukluğu İstanbul-Eyüp’te geçti. İlköğrenimini Eyüp 36. İlkokulu’nda yaptı.

Uzun yıllar fabrika işçisi olarak çalıştı. Günde 1 lira alıyordu bu çalışması karşılığında. Sinemaya o günlerde tesadüfen tanıştığı ünlü ses sanatçısı ve aynı zamanda dönemin en büyük film yapımcısı Halk Film’in de ortağı olan Suzan Yakar Rutkay’ın desteğiyle 1950 yılında “Yıldızlar Revüsü” filminde figüran olarak oynayarak başladı. Fabrikadaki işinden ayrılıp günde 5 lira ücretle filmlerde figüranlık yapmaya başladı. Yıldızı parlayıncaya kadar da 20’nin üzerinde filmde küçük rollerde yer aldı. Derken onu bütün Türkiye’ye tanıtacak olan “Üç Arkadaş” filminde başrol üstlendi.

Memduh Ün’ün yönettiği 1958 tarihli artık klasikleşmiş bu filmde Fikret Hakan, Semih Sezerli, Salih Tozan gibi dönemin yıldızlarıyla birlikte rol aldı. Filmde kör bir genç kızı canlandıran Muhterem Nur, bebeksi güzelliği ve naif rol yeteneğiyle bir anda sinema tutkunlarının kalbinde yer etti. Sonra da kariyerinde hızlı bir yükselişe geçti. Bu arada etrafında da epey geniş bir hayran kitlesi oluştu. Hatırı sayılır bir para kazanıyordu ve bir o kadar da korkusuzca harcıyordu kazandıklarını. Bir çok sanatçının düştüğü yanlışa düşmüştü o da. Bu durumun hep böyle süreceğini sanıyordu. Ama öyle olmadı. Sıkıntılı günler yaşadığı dönemde bu durumu “Bütün paramı gece hayatında asalaklarla harcamışım” diye dile getirecekti Muhterem Nur. Para musluğunun hep açık kalacağını sanan Muhterem Nur, yanıldığını anlamıştı biraz geç de olsa. Simit alacak parası bile olmadığı bir bayram günü hissettiklerini şöyle anlatmıştı Muhterem Nur: “Bir bayram günü, herkes bayram yaparken, ben bir simit bile alamayacak kadar parasızdım. 1972 yılıydı.”

Kısa sürede başrollere yükselerek bir çok film çevirmesine karşın, dönem oyunculuğuna bağlı kalması nedeniyle iş yapamaz olan sanatçı, şöhretini de yavaş yavaş kaybetmeye başladı. Maddi sıkıntıları da artık başa çıkamayacağı boyuta ulaşmıştı. Sonunda ödeyemediği borçları yüzünden 1967 yılının Mart ayında 10 gün hapis yattı.

1965 yılından itibaren sinema çalışmalarını azaltarak dansöz olarak sahneye çıkmaya başladı. 1967’de şarkıcı olarak sahne aldı. 70’li yıllarda daha çok küçük gazinolarda ve turne ekiplerinde şarkıcı olarak çalışan Muhterem Nur, bir süre sonra tekrar sinemaya dönerek aralıklı olarak 2002’ye kadar sinemada yer aldı.

MUHTEREM NUR SEVGİSİ

Muhterem Nur sevgisi, 1960’larda, belki ancak sonraki “Türkân Şoray sevgisi” ile karşılaştırılabilecek bir boyuta ulaştı. Bu kıyaslamayı yapanlardan biri de Türk sinemasının en yetkin uzmanlarından Âgâh Özgüç’tü. Özgüç, vardığı sonucu şöyle ifade etmişti: “Bugün o mertebeye Türkân bile erişemedi. Sultan oldu ama Muhterem’in gördüğü sevgiyi göremedi.” Muhterem Nur ilk evliliğini gazeteci-aktör Işın Kaan ile yaptı ve 1963 yılında ayrıldı. 1986 yılında Müslüm Gürses ile evlendi.

BÜYÜK AŞK

Muhterem Nur, rol aldığı filmlerin yanı sıra Müslüm Gürses ile yaşadığı dillere destan aşkla da hep gündemdeydi. Aslında Gürses henüz tanışmadan kendisi de şöhrete erişmeden Nur’un filmlerini izlemişti hatta ona uzaktan uzağa da aşık olmuştu. Muhterem Nur’un parlak zamanları sona ererken Gürses’in yükselişi başlamıştı. Nur, Gürses’in “Ben İnsan Değil miyim” adlı şarkısını dinleyip dinleyip ağlıyor ama bu şarkıyı kimin söylediğini bile bilmiyordu.

Yolları 1982’de kesişti. İkisi de Malatya’daki bir gazinoda sahne alacaktı. Aslında bu teklifi Gürses kabul etmeyecekti ama Muhterem Nur ismini görünce kabul etti. Öte yandan Muhterem Nur ise kendisinin Gürses’ten önce sahne olacağını öğrenince çok bozuldu. Ona inat repertuarından bir şarkı söyledi. Bunun üzerine sahnede münakaşa ettiler ve Gürses, Nur’a bir tokat attı.

Bu yaşananlar üzerine ertesi gün Malatya’dan ayrılmaya karar veren Nur, otelde Gürses’in odasının önünden geçerken onu yatağın üzerinde bağlama çalarken gördü. Yanına gitti. Gürses, Nur’dan attığı tokat için özür diledi ve o an arkadaşlıkları başladı. İkisi de ailelerini erken yaşta kaybetmişlerdi, ikisi de çok yoksulluk çekmişti. Birbirleri ile tanıştıkları dönemde Muhterem Nur sinemadaki yıldızlığını kaybetmiş, Gürses de alkol sorunu ile uğraşıyordu. Birbirlerinin yaralarını sardılar. Müslüm Gürses’in 3 Mart 2013’teki ölümüne kadar ayrılmadılar.

ÖDÜLLERİ
4. Adana Altın Koza Film Şenliği, 1972, En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Kara Gün
17. İstanbul Film Festivali, 1998, Onur Ödülü
3. İpekyolu Film Festivali, 2008, Onur Ödülü

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 20.03.2020 – 20:00

16.03.2020 | BİR EKSiĞİZ… MERSİNLİ KADIN HAKLARI AKTİVİSTİ ÇİĞDEM AKBABA HAYATINI KAYBETTİ

Mersinli kadın hakları aktivisti Çiğdem Akbaba, uzun bir süredir lösemiye karşı mücadele veriyordu. Tarihler 16.03.2020’yi gösterirken kendisinin ölüm haberini aldık. Akbaba, aylardır ilik nakli için uygun donör bekliyordu. Hatta “Bana donör olur musun?” diye bir kampanya başlatmış ve kemoterapinin ağır, acı veren etkilerini kamuoyu ile paylaşarak bu konuda bir duyarlılık yaratmıştı. Ama zayıf düşen vücudu güçlü mücadelesini daha fazla sürdüremedi.

KİHEP ile kadınları bilinçlendirdi

Çiğdem Akbaba, sadece kansere karşı değil, kadın hakları için verdiği mücadele ile de tanınıyordu. Akbaba, özellikle 1993-1994 yılları arasında yapılan ve Türkiye’deki kadınların yasalarla tanınan, korunan haklarını bilmediği sonucunu ortaya çıkaran yasaya dayanarak Mersin’de hayata geçirdiği Kadının İnsan Hakları Eğitim Programı (KİHEP) ile bölgede geniş bir kadın kitlesinin bilinçlenmesine vesile olmuştu.

KİHEP, kadınların özel ve kamusal alanlarda haklarını kullanabilmesi, hak ihlallerini önleyebilmesi ve toplumsal, siyasi, hukuki değişime yönelik örgütlenmeler oluşturabilmesine katkıda bulunmak için oluşturulan bir eğitim programıdır. İlgili program, 20 yılı aşkın bir süredir Türkiye’nin birçok şehrinde kadınların bilinç düzeyini yükseltmeye çalışmaktadır.

Çiğdem Akbaba, bu konuda verdiği bir röportajda, KİHEP sayesinde kadınların kendi hayatlarında özne olduklarının farkına vardıklarını söyleyerek, kadınların eğitimden daha özgüveni yüksek ve daha güçlü bir biçimde çıktıklarını dile getirmişti.

Sosyoloji öğrenimi gören Çiğdem Akbaba, özellikle Maltepe Üniversitesi Coaching Concultancy onaylı yaşam koçluğu eğitimini aldıktan sonra kariyerinde yeni bir kapı açtı ve kişisel gelişim ile ilgili çeşitli kurum ve kuruluşlarda aktif rol almaya başladı. Tüm bunlarla eş zamanlı biçimde sosyolog olarak da üniversite yıllarından itibaren çeşitli dezavantajlı gruplara yönelik pek çok dernekte gönüllülük, koordinatör yardımcılığı ve uzman eğitimcilik yaptı.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 16.03.2020 – 23:30

11.02.2020 | ÖZGECAN ARAMIZDAN AYRILALI 5 YIL OLDU, KADINA ŞİDDET YARASI HALA KANIYOR…

Türkiye’de kadına yönelik şiddetin sembol ismi Özgecan Aslan aramızdan ayrılalı 5 yıl oldu. Türkiye’yi sarsan cinayetin üzerinden 5 yıl geçti.

Mersin’de evine gitmek için bindiği minibüste öldürülen 19 yaşındaki Özgecan Aslan’ın ailesi, her gün aynı acıyı yaşıyor.

Psikoloji 1. sınıf öğrencisi olan Özgecan Aslan 11 Şubat 2015’te okuldan arkadaşlarıyla birlikte çıkarak eve dönme üzere minibüse bindi. O gün cep telefonu arızalı olan Özgecan arkadşaının telefonundan ablasına “Annem merak etmesin 20’de Mersin’de olacağım” yazılı bir mesaj gönderdi.
Sürücü Suphi Altındöken araçta tek kalan genç kıza cinsel saldırıda bulunmak istedi dirençle karşılaşınca da Özgecan’ı biçaklayarak öldürdü.

Suphi Altındöken ”canavarca hisle öldürme” babası ve arkadaşı ise “suça yardım ve yataklık”tan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırıldı.

Adana’daki cezaevinde olan baba-oğul bulundukları cezaevinde silahlı saldırıya uğradı. Saldırıda Suphi Altındöken öldü, hafif yaralanan babası Necmettin Altındöken ise hala cezaevinde.
Özgecan Aslan cinayetin ardından kadına yönelik şiddetin sembolü oldu.

Türkiye’nin dört bir yanında eylemler yapıldı. Özgecan’ın ismi o tarihten bu yana hiç unutulmadı.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 11.02.2020 – 15:00

06.12.2019 | TÜRKİYE’NİN KALBİNE SAPLANAN BALERİN: CEREN ÖZTÜRK

20 yaşındaki Ceren Özdemir, Ordu Üniversitesi Müzik ve Sahne Sanatları Fakültesi Müzik Bölümü 2’nci sınıf öğrencisiydi. Ceren, 3 Aralık 2019 Salı günü 19.30 sıralarında Altınordu ilçesinde bulunan evinin önünde kimliği belirsiz bir kişinin saldırısına uğradı. Ağır yaralı olarak hastaneye kaldırılan Özdemir’in kısa süre içerisinde tedavisi başlatılsa da genç balerin hayatını kaybetti. Türkiye’yi sarsan cinayetle ilgili tepkiler hızla büyüdü. Özellikle sosyal medya üzerinden genç balerinin yasını tutan paylaşımlar yapıldı. Peki, elim cinayet nasıl gerçekleşti?

Korkunç cinayet!

Ceren Özdemir önceki gün bale dersinden evine döndü. Zili çalan Ceren’e ablası balkondan evin anahtarını attı. Ceren eve girmek için kapıya doğru ilerlediğinde arkasından yaklaşan saldırgan bıçağını Ceren’in kalbine sapladı, sonra da aşağı doğru çekti. Çığlıkları duyan ve Ceren’in eve gelmemesinden şüphelenen ailesi aşağı indiğinde Ceren’i kanlar içerisinde gördü. Hemen polisi ve ambulansı aradılar. Ceren hastanede bütün müdahalelere rağmen kurtarılamadı.

Ordu Emniyet Müdürlüğü saldırganı yakalamak için özel ekip kurdu. Ceren’in bale antrenmanı yaptığı kurstan eve kadar olan 2.5 kilometrelik mesafeyi yürüyerek geldiği belirlendi. Güzergâhtaki ve olay yerindeki güvenlik kameraları ve MOBESE kayıtları ile Ceren’in cep telefonu incelemeye alındı.

Ceren’e nasıl kıydın?

Polis kamera kayıtlarını detaylı inceleyince Ceren Özdemir’i yol boyunca izleyen bir kişiyi belirledi. Görüntülerde, şüphelinin kapüşonlu montla başını kapattığı ve Ceren’in hemen arkasında yürüdüğü görüldü. Şüphelinin olaydan sonra üzerindeki montu değiştirdiği, kapüşonsuz, siyah renkli başka bir mont giydikten sonra kaçmak için hazırlık yaptığı saptandı.

Ceren’i takip eden kişinin cezaevi firarisi olan uyuşturucu bağımlısı Özgür A. olduğu tespit edildi. Polisler Özgür A.’nın saklandığı eve operasyon yaptı. Özgür A. kendisini yakalamak isteyen polislere bıçak çekerek direndi. Bu sırada iki polis memuru da bıçakla yaralandı. Etkisiz hale getirilen Özgür A. kelepçeli halde evden çıkartıldığında, kapının önünde toplanan kalabalık, “Nasıl kıydın Ceren’e” diyerek saldırdı. Özgür A.’yı linç edilmekten polisler kurtardı.

Kan donduran ifade

Özgür A.’nın cinayetle ilgili verdiği ifade ise kan dondurdu. Gece boyunca sorgusu süren A., hapisten çıktığı zaman kafasında birilerini öldürmek fikri olduğunu belirterek, “Gözüme birilerini kestirmek istedim. Bir bıçak darbesinde öldürebileceğim kişiler aradım” diye konuştu. Katil zanlısı, “Zıpkın almayı düşündüm. Ceren’i gözüme kestirdim, biraz takip ettim. Karşıma yaşlı adam çıktı, büfeye attım kendimi. Takip etmeye devam ettim, fırsat buldurduğumda öldürdüm” şeklinde ifade verdi. A. ayrıca ifadesinde, bir inşaat bulduğunu ve burada sabahladığını, sabah da meyve aradığını, yeni avlar aradığını ama bulamadığını söyledi.

6 Aralık Ceren’in doğum günü

Ceren’in yakın arkadaşı Ayşe Türkmen Akkaş, gazetecilere yaptığı açıklamada şunları anlattı: “Ceren son 1-2 haftadır çok durgundu. Özellikle son 1-2 gündür dikkat çekici derecede sakindi. Biz bunu özel bir duruma bağlayamadık. Sınavlar vardı ve herkes durgundu zaten. Ondan olabileceğini düşünmüştük. Ceren kendi sorunlarını kendi başına çözebilen bir kızdı. Arkadaşlarının dertlerini dinleyerek çözümler üretebilecek olgunluktaydı. Sınıfta veya okulda da kimseyle sorunu yoktu. Zaten sorunlu tiplerle muhatap olacak biri değildi. 19 Kasım doğum günümdü. Bana sürpriz yapmışlardı. 6 Aralık da onun doğum günüydü. ‘Doğum günümde beni unutmayın, hediye almayın, kutlayın yeter’ demişti.”

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 06.12.2019 – 17:30

Tiyatroya adanmış bir hayat desek, kuşkusuz ilk akla gelen isim odur, Türk tiyatrosunun kutup yıldızı: Yıldız Kenter. Devlet Sanatçısı unvanına layık görülen ve yaşamı boyunca birçok başarıya imza atan usta sanatçı, akciğer rahatsızlığı sebebiyle kaldırıldığı yoğun bakım ünitesinde hayatını kaybetti. Peki, Yıldız Kenter kimdir? Sanat dünyasındaki yeri nedir? İşte usta tiyatro sanatçısı Yıldız Kenter’in hayatı.

Yıldız Kenter 11 Ekim 1928 tarihinde İstanbul’da dünyaya geldi. Annesi İngiliz babası ise Türk’tü.

Asıl adı Ayşe Yıldız ve annesi İngiliz Olga Cynthia ve babası Türk diplomatı Ahmet Naci Kenter’dir. Kenter Ankara Devlet Konservatuarı yüksek bölümünü sınıf atlayarak bitirdi. Ankara Tiyatrosu’nda 11 yıl çalıştı ve daha sonra “Rockefeller” bursu kazanıp, American Theatre Wing, Neighbourhood Play House ve Actor’s Studio’da oyunculuk ve oyunculuk öğretiminde yeni teknikler üzerine çalışmalar yaptı.

Ankara Devlet Konservatuvarı’na hoca olarak atandı. Devlet Tiyatrosu’ndan 1959’da ayrıldı. 1 yıl Muhsin Ertuğrul ile birlikte çalıştı. Kardeşi Müşfik Kenter ve eşi Şükran Güngör ile birlikte Kent Oyuncuları Topluluğu’nu kurdu.
Sonraki yıllarda ise devamlı olarak Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık’ta “Değişen Eğitim Metotları” ve “Oyunculuk Metotları” üzerine çalışmalar yaptı. Tiyatro hizmetlerinden dolayı 1962’de yılın kadını seçildi. Üç defa sinema oyuncusu olarak “Altın Portakal” ödülüne layık görüldü.

Sovyetler Birliği, Amerika Birleşik Devletleri, Birleşik Krallık, Almanya, Hollanda, Danimarka, Kanada, Yugoslavya ve Kıbrıs’ta İngilizce ve Türkçe oyunlar sergiledi. 100’ün üstünde oyun oynadı ve 100’e yakın oyun sergiledi.

Shakespeare, Çehov, Brecht, Inoesco, Pinter, Albee, Tennessee Williams, Alan Ayckboun, Arthur Miller, Brian Freil, Neil Simon, Athol Fugard, Sergey Kokovkin gibi pek çok önemli yazarların beraberinde Melih Cevdet Anday, Necati Cumalı, Güner Sümer, Adalet Ağaoğlu, Zeki Özturanlı, Güngör Dilmen, Muzaffer İzgü gibi pek çok önemli Türk yazarlarının oyunlarını da sahneye koydu ve oynadı. Roma’daki İtalyan Kültür Birliği tarafından 1984’te “Adalaide Ristori” ödülünü aldı ve 37 yıldır sahne hocalığı yapmaktadır.

1989 yılında, Korsika-Bastia Film Festivali’nde “Hanım” filmindeki rolüyle “En iyi Kadın Oyuncu” ödülünü aldı. 1991 yılında ise tiyatro sanatına verdiği hizmetlerinden dolayı Uluslararası Lions Klubü’nün “The Melvin Jones” ödülüne layık görüldü. İki kez Ulvi Uraz “En İyi Kadın Oyuncu”, üç kez de aynı dalda Avni Dilligil ödülünün sahibi oldu. “Konken Partisi” oyunundaki Fonsla rolü ile de 1994’te “Olağanüstü Yorum” ödülünü aldı. Finlandiya Dünya Kadın Kuruluşu tarafından yüzyılın en başarılı yüz kadınından birisi olarak onurlandırıldı.

Kültür Bakanlığı’nda 1995’te tiyatro sanatına verdiği katkılarından dolayı “Onur” ödülüne layık görüldü. Profesör Kenter’e aynı yıl tiyatro sanatına katkısından ötürü “Mevlana Kardeşlik ve Barış Ödülü” verildi.

Magazin Gazetecileri Deneği tarafından 1996’da ise Ramiz ile Jülide’deki Jülide rolüyle “En İyi Kadın Oyuncu” ödülü verildi. “Yılın Kadın Sanatçısı” ödülü ise 1998’de Ankara Sanat Kurumu tarafından, 1998’de Muhsin Ertuğrul yaşam boyu tiyatro sanatına katkılarından ötürü onur ödülü, 1998 Cumhurbaşkanlığı Büyük Kültür ve Sanat Ödülü, “Martı” adlı oyunda Madam Arcadina rolüyle 1999 Afife Tiyatro Ödülleri – En İyi Kadın Oyuncu ödülü aldı.

Usta oyuncu tedavi gördüğü, İstanbul’daki hastanede 17 Kasım 2019 Pazar günü 91 yaşında hayata gözlerini yumdu.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 19.11.2019 – 16:30

06.10.2019 | KADIN HAKLARI SAVUNCUSU,ÇAĞDAŞ İLAHİYATÇI BAHRİYE ÜÇOK

Çağdaş ilahiyatçı, Atatürkçü ve Türkiye’nin aydın kalemi Bahriye Üçok, bundan 29 yıl önce evine gönderilen bombalı paketle öldürüldü.

Bahriye Üçok Kimdir?

Bahriye Üçok, 1919 yılında Trabzon’da dünyaya geldi. İlk ve ortaokulu Ordu’da okuyan Üçok, Kandilli Kız Lisesi’ni bitirdi. Yüksek öğrenimini Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Ortaçağ Türk-İslam Tarihi Bölümü’nde alırken, aynı zamanda Devlet Konservatuarı Opera Bölümü’ne de devam etti ve bu bölümü de bitirdi. Samsun ve Ankara’da on bir yıl lise öğretmenliği yaptı.

Üçok fakültenin ilk kadın öğretim üyesi

1953 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi oldu. Aynı zamanda bu fakültenin ilk kadın öğretim üyesiydi. 1957 yılında doktor, 1964 yılında “İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar” adlı çalışmasıyla da doçent oldu. Arapça ve Farsça’yı iyi derecede bilen Üçok, Kur’an-ı Kerim’e bağlı kalarak İslam dinini çağdaş, gerçekçi ve dinin özünde bulunan hoşgörüyle yorumladı. Bu nedenle 1960’lı yıllardan itibaren tehditler almaya başladı ve kendini güvende hissetmediği için akademik çalışmalarına ara vermek zorunda kaldı.

Siyasete “Merhaba” dediği yıllar

1971 yılında Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay tarafından kontenjandan senatör seçildi ve böylelikle aktif siyasi yaşama atılarak beş yıl boyunca Cumhuriyet Senatosu divan üyeliği yaptı. Siyasi tercihini Cumhuriyet Halk Partisi’nden (CHP) yana kullanan Üçok, 1977’de CHP’ye katıldı. 12 Eylül’den sonra açılan Halkçı Parti’nin 1983’de kurucu üyesi oldu. Daha sonra 1983 seçimlerinde de bu partiden Ordu milletvekili olarak TBMM’ye girdi. 1986’dan itibaren Sosyaldemokrat Halkçı Parti üyesi oldu ve 1990 Eylül’ünde bu partinin parti meclisi üyesi seçildi.

Bombalı paketle öldürüldü

Kasım 1988’da televizyonda yapılan bir açık oturumda, “İslam’da örtünmenin ve oruç tutmanın zorunlu olmadığı” iddialarına dayanan açıklamalarından sonra üzerine birçok tepki çekti ve tehditler almaya başladı.

Üçok, 6 Ekim 1990 günü Ankara’nın Çankaya ilçesindeki Köroğlu Caddesi’nde bulunan evine, Ekspres Kargo tarafından ulaştırılan ve gönderici olarak İlmî Araştırmalar Vakfı’nın göründüğü kitap paketini saat 16.30’da aldı. Bomba olabileceği şüphesiyle paketi kapısının önünde açmaya çalışırken, paketin içine yerleştirilmiş olan bomba patladı. Ağır yaralı olarak Hacettepe Tıp Fakültesi Acil Servisi’ne kaldırılan Üçok, saat 20:00 sularında burada yaşamını yitirdi. Cenazesi 9 Ekim günü Maltepe Camii’nden kaldırılmış ve Karşıyaka Mezarlığı’na defnedilmiştir. Cinayeti İslâmi Hareket adlı örgüt üstlendi.

Bombalı paketi kabul eden “kargocu kız” olarak da tanınan Gülay Calap, uzun süre ortadan kayboldu. 16 Ocak 1994 tarihinde İzmir’de PKK’nın yan kuruluşu olarak sayılan Devrimci Halk Partisi’nin İzmir sorumlusu olarak gözaltına alındı.

Kadın haklarının önemli bir savunucusuydu

SHP Parti Meclisi üyesi olan Doç. Dr. Bahriye Üçok, katledildiği sırada SHP için bir laiklik raporu hazırlamaktaydı. Üçok, katıldığı toplantılarda sık sık laiklik, kadın hakları ve irtica tehlikesi üzerinde durmuş ve “laikliğin savunucusu ilahiyatçı” olarak tanınıyordu. Fransızca, Arapça ve Farsça bilen Üçok, “İslam’dan Dönenler”, “Yalancı Peygamberler” ve “İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar” adlı üç kitap yayınladı.

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 06.10.2019 – 12:30

Kaynak: Wikipedia

20.09.2019 | MÜCADELESİNİ BİR DERS GİBİ MİRAS BIRAKAN KADIN

Kanser hastalığına karşı yürüttüğü mücadele ile tanınan ve sosyal medyada fenomen olan Neslican Tay’ın yaşamını yitirmesi, sevenlerini hüzne boğdu. Özel bir üniversitede psikoloji eğitimi gören Neslican henüz 21 yaşındaydı. Peki, Neslihan Tay kimdir? İşte, kısa ömrüne büyük bir mücadele sığdıran Neslican Tay ile ilgili merak edilen ayrıntılar:

Neslican Tay 1998 yılında Bursa’da dünyaya geldi. Fen lisesi mezunu olan Neslican Tay ilköğretim ve lise eğitimini Rize’de tamamladı. Üniversite sınavına iki hafta kala kansere yakalandığını öğrendi, araya tedavi süreci girdiği için eğitimine ara vermek zorunda kaldı. Kanserle mücadele ederken bir yandan da eğitimine devam etmek isteyen Neslican Tay, üniversite sınavına girdi ve Bahçeşehir Üniversitesi’nde psikoloji eğitimi gördü.

2018 yılında kanser nedeniyle bir bacağını kaybeden ve kendisine “Demir Kadın” diyen Neslican Tay, Ayşe Arman’a verdiği röportajda söylediği “Bacağım yok ama yaşam sevincim var!” , “Bacağımın kesilmiş olmasının hayatımı etkilemesine izin vermeyeceğim. Ben bir bacaktan ibaret değilim ki… Çok daha fazlasıyım!” sözleriyle binlerce insana rol model oldu.

Sosyal Medyada gönülleri kazandı

Sol bacağının kesilmesine neden olan kanser hastalığına karşı yürüttüğü mücadele azmi ile tanınan ve sosyal medya fenomeni haline gelen Neslican Tay’ın takipçileri genç kızın sağlığına kavuşması için dualarla ve iyi dilekleriyle destek veriyordu.

Rize’nin Gülbahar Mahallesi’nde ailesi ile oturan Neslican Tay, iki yıl önce kanser hastalığına yakalandığını öğrenmişti. Tümör nedeniyle sol bacağı kesilen genç kız, hayattan kopmadı, azmi ile kanser hastalarına örnek oldu. Sosyal medya hesabından hastalığını duyuran ve kanserle mücadele edeceğini açıklayan Neslican, yaşadıklarını ve tedavi süreçlerini takipçileri ile paylaşmıştı.

Kısa sürede 800 bini aşan takipçi sayısına ulaşan Neslican, bir yandan tedavi görürken, diğer yandan Bahçeşehir Üniversitesi Psikoloji Bölümü’ndeki eğitimini sürdürdü. Kanser hastalığı ile mücadelesi sırasında kendisi gibi hastalara verdiği moral ve destekle tanınan Neslican, fenalaşınca İstanbul’da bir hastanede yoğun bakıma alınmıştı.

Hastalığının yeniden nüksettiğini sosyal medya hesabından duyuran Neslican Tay, dördüncü kez kanser mücadelesi veriyordu.

Neslican ile ilgili acı haber, dün gece Medipol Mega Üniversite Hastanesi’nden geldi. Hastanenin medikal direktörü Prof. Dr. Gazi Yiğitbaşı yaptığı açıklamada, “Süreç içerisinde gelişen çoklu organ yetmezliği nedeniyle 20.09.2019 saat 21:20’de kendisini kaybettik” bilgisini verdi.

Neslican verdiği son mesajında “Belki kaybedeceğim ama savaşırken kaybedeceğim” demişti. Bunun için de bizlere, yaşam karşımıza ne çıkarırsa çıkarsın MÜCADELEDEN vazgeçmeme ve hiç solmayacak GÜLÜŞÜNÜ miras bıraktı…

Özlem Coşkun – KADINCA.eu – 21.09.2019 – 11:00

04.08.2019 | KOLLEKTİF HAFIZAMIZIN İKONLARINDAN MARİLYN MONROE

5 Ağustos 1962’de aramızdan ayrılan sinemanın efsanevi kadını… Oynadığı komedilerde zekasıyla ‘Aptal sarışın’ etiketini bir başarı hikayesine dönüştürmüş, kayıtsız kalınamayacak güzelliği ile bir zamanlar kasırgalar estirmiş, herkesin başını döndürmüş bir güzellik. Kim ne derse desin sevildiği yadsınamayan, adının geçtiği her masanın soluksuz konusu olabilen, seksi kadın deyince kollektif hafızamızda canlanan ilk ve belki de tek ikonik resim Marilyn Monroe…
Kuşkusuz beyaz perdeden pek çok güzel ve seksi kadın geldi geçti, hala da geçmekte. Ama hiçbiri onun “Tanrıçalık” makamına henüz oturmayı başaramadı.
Çünkü güzelliğin ötesinde kendisinin baş döndüren bir aurası var. Böylesine mükemmel andığımız kadının elbette bir de sıradışı bir hayat hikayesi olmalı…

Marliyn’in babasının kimliği hala belli değil. Monroe’ya 1 Haziran 1926’da doğduğunda annesi tarafından Norma Jeane Mortenson ismi verildi. Hala kimliği resmen belli olmasa da babasının, annesinin RKO stüdyolarında birlikte çalıştığı Charles Stanley Gifford adlı satış elemanı olduğu düşünülüyor. Bazılarına göre de babası, annesinin ikinci evliliğini yaptığı Martin Edward Mortenson da olabilir.

Yetimhanelerle koruyucu aileler arasında geçen çocukluk

Norma Jeane, annesinin şizofreni hastalığından dolayı hastaneye yatırılması nedeniyle çocukluk yıllarını yetimhanelerde ve aralarında aşırı dindar olan Albert Bolender – Ida Bolender çifti de olmak üzere çeşitli bakıcı ailelerin yanında geçirdi. Bir süre sonra Grace McKee, yakın arkadaşının kızının haline üzülerek Norma Jeane’nin bakımını üstlendi. Ne var ki Grace McKee evlenince 9 yaşındaki Norma Jeane’i yeniden Los Angeles yetimhanesine gönderdi. Grace McKee, 11 yaşına gelen Norma Jeane’i tekrar yanına aldı.
Yetimhaneden kurtulan Norma Jeane’in güzel günleri uzun sürmedi. Hayat, küçük bir kız çocuğunun omuzlarına taşıyabileceğinden daha fazla yük yükledi.
Grace McKee’nin eşi Ervin Silliman Goddard, Norma Jeane’e cinsel tacizde bulundu.
Bunun üzerine Grace McKee, çareyi Norma Jeane’i büyük halası Olive Brunings’in yanına göndermekte buldu. Norma Jeane, orada da büyük halasının oğullarının cinsel taciziyle karşılaşınca bu kez Grace McKee’in yaşlı halası Ana Lower’ın yanına gitti. Ana Lower’ın bir süre sonra hastalanması üzerine Norma Jeane, Grace McKee ile Ervin Silliman Goddard’ın yanına dönmek zorunda kaldı.Grace McKee, Norma Jeane’i evinde istemese de artık gideceği yeri kalmadığı için çok sevdiği arkadaşının kızını sokağa da atamıyordu. En iyi çare artık 16 yaşına gelen Norma Jeane’in evlenmesiydi. Aklında da komşusunun 21 yaşındaki oğlu James Dougherty vardı.

Evlenmek tacizden kurtulmaktı

Norma Jeane, cinsel tacizlere uğradığı, yarın nerede olacağını bilmediği hayatının verdiği yorgunluğunun da etkisiyle Grace McKee’nin evlilikle ilgili fikrine sıcak bakarak henüz çocuk yaştayken evlendi. Ancak bu evlilik sadece dört yıl sürebildi. Marilyn boşandı. Artık 20 yaşında genç bir kadındı.

Boşandıktan sonra artık kendi ayakları üstünde durabilmeliydi. The Blue Book mankenlik ajansına girerek modellik yapmaya başladı ve oyunculuk – şarkıcılık kurslarına kaydını yaptırdı.

Başarı basamaklarında adım adım

Kısa sürede The Blue Book ajansının başarılı modellerinden biri oldu. Fotoğrafları magazin dergilerinin sayfalarını süslemeye başlamıştı. Bu fotoğraflar 20th Century Fox yöneticisinin dikkatinden kaçmadı. Ben Lyon, Marilyn için bir deneme çekimi ayarladı ve altı aylık bir kontrat imzaladılar. Marilyn, Ben’in önerisiyle artık gerçekten Marliyn Monroe oldu. Norma Jeane Mortenson olan kimlik adı değişti.
Birlikte ”Scuda Hoo! Scuda Hey!” ve ‘Dangerous Years” adlı iki film çektiler. Ancak bu filmler başarısız oldu ve Marilyn Monroe sinemadan uzaklaştı. Çünkü Fox şirketi Marilyn ile yeni bir kontrat imzalamıyordu. Marilyn de modelliğe devam etti.

Oyunculuk eğitimine devam etti

Modelliğe devam ederken bir yandan da oyunculuk eğitimini sürdürdü. Bu dersler ona ”Ladies of the Chours” filminde ilk kez şarkı söyleme ve dans etme imkanı verdi. Bunun ardını ”The Aspalth Jungle” ve ”All About Eve” izledi. Bu iki filmde aldığı kısa rollerle Marilyn eleştirmenlerin özellikle dikkatini çekmişti. Bu filmlerin ardından ”We’re not Married!”, ”Love Nest”,”Let’s Make It Legal” ve ”As Young As You Feel” filmlerinde küçük rollerde göründü.

Marilyn küçük, önemsiz rollerde yer alsa da oldukça ilgi çekiyordu. RKO yöneticileri Marilyn’in potansiyelini ”Clash of Night” filminde değerlendirdiler. Film başarı gösterdi ve Fox Marilyn’i yeniden bünyesine almak istedi. Onu ”Monkey Business” adlı komedi filminde oynattı. Eleştirmenler artık Marilyn’in başarısına kesinlikle kayıtsız kalamıyorlardı. Her yerde onun artan ününden bahsedilir olmuştu. Hatta son iki filmin başarısı kesinlikle Marilyn’in yükselen ününe bağlıydı.

Marilyn Monroe sonunda baş rolde

1952 yapımı ”Don’t Bother to Knock” filmi ile Marilyn sonunda psikolojik sorunları olan bir çocuk bakıcısı rolüyle, başrolde oynadı. Düşük bütçeyle yapılmış B tipi bir filmdi, ancak bu filmden sonra eleştirmenler Marilyn’in daha büyük rollerde de oynayabilecek potansiyelde olduğunu yazdılar.

Marilyn artık şöhretli bir kadın

Marilyn, 1953 yılında oynadığı ”Niagara” adlı filmle şöhreti de tam anlamıyla yakalamış oldu. Eleştirmenler bu kez onun kamerayla müthiş uyumundan çok etkilenmişlerdi. Kocasını öldürmeye çalışan bir kadını canlandıran Marilyn Monroe, adeta kameralarla aşk yaşıyordu. Bu uyum onun şöhretini tamamen desteklemişti. Marilyn, şöhretinin en zevkli basamağındayken bir zamanlar verdiği seksi pozlar ortaya çıktı. Olası bir skandalı, basına verdiği ifadelerle son anda engellemeyi başardı. İfadesinde verdiği pozları kabullendiğini, ancak bunu parasız kaldığı için yaptığını açıkladı. Hatta bu pozlar daha sonra Playboy dergisinin ilk sayısında yayınlandı.

Marilyn Monroe: O bir A sınıfı aktris

Şöhretinin meyvelerini tatlı tatlı yiyen Marilyn basamakları keyifle tırmanmaya devam ediyordu. Çok zorlu yollardan bulunduğu noktaya, her düştüğünde kalkmasını bilerek gelmişti. ”Gentlemen Prefer Blondes” ve ”How to Marry a Millionaire” büyük başarı kazandı. Bu filmlerin de başarısıyla artık Marilyn, A sınıfı aktrisler kategorisinde anılmaya başlandı. Bu filmlerden sonra ”River of No Return” ve ”There’s No Business Like Show Business” adlı filmleri başarılı olamasa da bunun bir önemi yoktu. O artık tam anlamıyla adını Marilyn Monroe olarak A sınıfına yazdırmıştı.

Marilyn Monroe olarak tekrar evlendi

Bu dönemde beyzbol yıldızı Joe Dimaggio ile uzun süreli bir birlikteliği vardı. Marilyn bir zamanlar Norma olarak evlenmişti. Joe ile o gün Marilyn olarak evlendi. Ancak bu evlilik de sadece 9 ay sürdü. New York’a oyunculuk okumaya gitti

Marilyn, stüdyo başkanı Zanuck’un kendisine ayarladığı aptal şarışın rollerinden çok sıkılmıştı. 1955’te ”The Seven Year Itch” filmini tamamladı ve kontratını iptal etti. New York’a ”Actor’s Studio” da oyunculuk okumaya gitti. O bu durumdan sıkılmış olsa da bugün Marilyn Monroe hala bu filmler ile hatırlanıyor ve seviliyor.

Arthur Miller ile evlendi

Marilyn New York’daki oyunculuk eğitimi sırasında yazar Arthur Miller ile tanıştı. Arthur Miller daha sonra Marilyn’in üçüncü eşi oldu.

Marilyn yeni anlaşma ile yeniden Fox’ta

İşleri başarısız olan Zanuck, Marilyn’i geri dönmesi için ikna etme çabası içindeydi. Özellikle ”The Seven Year Itch”ın başarısından sonra Zanuck, Marilyn’in tüm şartlarını kabul eden bir kontrat hazırladı. Anlaşmalarına göre bundan sonra Marilyn sadece kendi onayladığı senaryolarda ve istediği yönetmenlerle çalışacaktı. Üstelik Fox dışındaki yapım şirketleri ile de çalışmakta özgürdü.

Marilyn Monroe Altın Küre Ödülü adayı

Marilyn, Fox ile anlaşması üzerine 1955’te Joshua Logan yönetmenliğinde ”Bus Stop” filminde oynadı. Bu filmdeki salon şarkıcısı Cheire rolüyle kariyerindeki eni iyi dramatik performansı gösterdi. Eleştirmenlerin ilgi odağı olan Marilyn, yine övgülere boğuluyordu. Altın Küre Ödülü’ne aday gösterilmişti.

Marilyn Monroe Londra’da

Marilyn, aldığı mükemmel övgüleri kalbine doldurup eşi Arthur Miller ile Londra’ya gitti. Burada Laurence Olivier ile ”The Prince and the Showgirl” adlı filmi yaptılar. Bu film oldukça karışık eleştiriler aldı. Pek fazla başarı da gösteremedi. Ama yine de Marilyn Monroe’nin varlığı yetiyor ve oyunculuğuyla göz dolduruyordu.
Bu filmle Oscar denkliğinde kabul gören İtalyan David di Donatella ve Fransız Crystal Star Ödülleri’ni kazandı. Ayrıca İngiliz BAFTA Ödülü’ne de aday gösterildi.
Filmden sonra Marilyn Londra’dan döndüğünde hamile olduğunu öğrendi. Sevinci çok uzun süremedi. Çünkü yaşadığı dış gebelikten başka bir şey değildi.

Marilyn Monroe şöhretle çıkmazda

1959’da ”Some Like It Hot” filmi, Billy Wilder yönetmenliğinde kariyeri boyunca oynadığı en başarılı film oldu. Hatta bu filmdeki rolüyle Altın Küre de kazandı.
Ama madalyonun diğer yüzünde yaşanan olaylar bu kadar renkli ve yüz güldüren cinsten değildi. Her şey yavaş yavaş gün ışığına çıkıyor, müthiş derecede rahatsız edici bir parlama ile kendini gösteriyordu.
Marilyn sete sürekli geç gelmeye, repliklerini unutmaya, hatta zaman zaman çekimlere katılmayı reddetmeye başlamıştı. Bu durum yönetmeni Billy ile aralarında büyük kavgalara sebep oluyordu.

Bir yandan da Marilyn tekrar hamile olduğunu öğrenmişti. Gerginliğinin ya da tutarsız davranışlarının sebebi hamileliği midir bilinmez ama film tamamlanmıştı ki, Marilyn düşük yaptı. Bu durum hiç dile getirmemiş olsa da onu içten içe sarsıyordu.

Bu filmden sonraki ”Let’s Make Love” ziyadesiyle başarısızdı. Ama buna rağmen filmde söylediği ”My Heart Belongs to Daddy” şarkısı ile yine adından söz ettirmeyi başardı. Marilyn hep böyleydi. İçinde bulunduğu projeler genel anlamda başarısız olarak anılsa da o bir şekilde bireysel olarak işin içinden sıyrılıyor ve adından söz ettiriyordu. Ayrıca yine bu filmdeki rol arkadaşı Yves Montand ile bir yasak ilişki yaşadı. İçinde yaşadığı tüm karmaşa farklı yollardan hayatını yönlendiriyordu.

Marilyn Monroe eşi Arthur Miller’in yazdığı senaryoda oynuyor

Artur Miller’in senaryosunu yazdığı, 1961 yapımı ”The Misfits” filminde Marilyn, çocukluk idolü Clark Gable ile başrolü paylaştı. Filmin çekimi boyunca Marilyn’in sorunları devam etti. Hatta iki kez yorgunluk ve sinir boşalması sebebiyle hastaneye dahi yatırıldı. Ama yine madalyonun bu yüzü kimseyi ilgilendirmedi. Film gösterime girdiğinde Marilyn ve diğer oyuncuların performansları eleştirmenlerin ilgisini çekmeye yetmişti. Ama bir yandan da film farklı eleştiriler aldı ve filmin fazla hasılatı olmadı. Yine de Marliyn için ağır olan bu değildi. Bu filmden sonra Marilyn ve Arthur boşandı.

Marilyn Monroe depresyonda

Marilyn, Arthur ile ayrı olmanın sızısını taşıyamıyordu ya da çocukluğundan beri içinde taşıdığı her şey gün yüzüne çıkmaya başlamıştı. Boşanma sonrası yaşadığı depresyon sebebiyle bir süreliğine tedavi için Payne Whitney Kliniği’ne yatırıldı.

Marilyn Monroe’den tamamlanamamış komedi filmi

1962 yılında ”Something’s Got to Give” adlı komedi filminde oynamaya karar verdiğinde Marilyn, aynı zamanda ilk çıplak sahnelerinin de çekilmesini kabul etmişti. Ancak bu film asla tamamlanamadı. Çünkü Marilyn sete gecikmeleri abarttı. Hatta bir gün hasta olduğunu söyleyerek sete gitmediğinde, hakkında aşk söylentileri olan J. F. Kennedy’in doğum gününde şarkı söylüyordu. Bunun üzerine Fox, Marilyn’i kovdu. Ona tazminat davası bile açıldı. Fox, filmi tamamlamak için başka bir oyuncuyla anlaşsa da filmdeki rol arkadaşı Dean Martin başka bir aktrisle çalışmayı kabul etmediğinden Marilyn yeni bir sözleşmeyle işe geri alındı. Ancak bu da filmi tamamlamaya yetmedi.

Marilyn hayata gözlerini kapadı

Film çekimleri tekrardan başlamamıştı ki, Marilyn yüksek dozda aldığı sakinleştirici sebebiyle 5 Ağustos 1962’de Brentwood, Los Angeles’teki evinde hayata gözlerini kapadı. Henüz 36 yaşındaydı.

İntihar mı, cinayet mi?

Ölümünün ardından yapılan otopsinin raporlarına göre, Marilyn yüksek dozda barbitürat alarak intihar etmişti. Ancak olay yerindeki delil yetersizliği, otopside alınan dokuların kaybolması ve görgü tanıklarının çelişkili ifadeleri yaşanan olayın intihar değil de cinayet olduğunu düşündürdü. Hatta Kennedy ailesinin bu cinayetle bir ilgisi olduğuna dair kanıtlanmamış birçok iddia ileri sürüldü. Yine de bu durum hala muallakta. Tek bir gerçek varsa, o da Marilyn Monroe’nin çok erken yaşta aramızdan ayrıldığı ve kısacık ömrüne rağmen zihnimizde zamanları aşan bir iz bırakması…

Özlem Coşkun – Berlin.KADINCA.eu– 04.08.2019 – 20:00

 

30.05.2019 | GEZİ ALTI YAŞINDA

Türkiye’de demokrasi tarihine derin izler bırakan olayların başında hiç kuşkusuz “Gezi Parkı Olayları” gelmektedir. 27 Mayıs 2013 tarihinde başlayan ve iki ay süren direnişte Türkiye’nin tüm renkleri ilk kez bu denli yan yana, bu denli yürek yüreğe gelebilmiştir. Toplumu ayrıştıran kodlar bir anda silinmiş, farklı inançlar, görüşler, cinsiyetler, etnik gruplar daha hür bir yaşam için tek yumruk olmuştur.

Peki, altıncı yıldönümüne geldiğimiz “Gezi Olayları”nda ne olmuştu?

Olayları, İstanbul’daki Gezi Parkı’na Topçu Kışlası’nı yeniden yapmak için başlayan inşaat çalışmalarını protesto etmek amacıyla düzenlenen ve daha sonra Türkiye’nin birçok noktasına yayılan eylemler olarak özetlemek mümkün…

İlk eylemler, iş makinelerinin Gezi Parkı’na girdiği ve çalışmalara başladığı bilgisinin sosyal medya üzerinden yayılmasıyla birlikte başladı.

Ancak daha sonra parkta nöbet tutan çevre aktivistlerinin çadırlarının yakılması büyük tepki topladı ve olayların Türkiye çapına yayılmasına ve hükümet karşıtı bir kimlik kazanmasına neden oldu.

Eylemciler, Gezi Parkı ve Taksim Meydanı’nı iki haftaya yakın bir süre “işgal etti”. “İşgal”, güvenlik güçlerinin sert müdahalesiyle son buldu

Üç haftaya yakın süren eylemlerde biri polis, sekiz kişi yaşamını yitirirken, 10 bine yakın insan da yaralandı. Onlarca kişi tutuklandı ancak açılan davaların çoğu beraatla sonuçlandı.

Gezi Parkı’nda Kadınlar ve Kadın Hareketi

“Gezi Direnişi”nin başlangıcından itibaren “kırmızılı kadın”, “siyahlı kadın” örnekleriyle kadınlar, direnişin önemli sembollerinden biri oldu. Her ne kadar Gezi eşitlikçi yanıyla bir devrim niteliğinde olsa da, Gezi Direnişi zaman zaman içerisinde cinsiyetçi öğeler de barındırıyordu. Buna karşı örgütlenen kadınlar, parkın işgali sırasında mücadelelerini sürdürdüler.

4 Haziran’da, feminist gruplar bir araya gelerek park ve İstiklal Caddesi çevresine yazılmış cinsiyetçi küfürleri temizleyip ve cinsiyetçi olmayan sloganlar yazdılar. Örneğin bazı sloganlar ve duvar yazılarında bulunan “AMK”yi, “AŞK” olarak değiştirdiler. Aynı dönemde İstiklal Caddesi’nde gerçekleştirdikleri eylemde “Küfürle değil, inatla isyan”, “Küfürle değil, inatla diren” gibi sloganlar attılar.

8 Haziran’da “küfür atölyesi” düzenleyen feminist gruplar, burada cinsiyetçi olmayan alternatif küfürleri katılımcılarıyla paylaştılar.

13 Haziran’da İstanbul Valisi Hüseyin Avni Mutlu ve dönemin başbakanı Erdoğan’ın anneler için yaptığı “Çocuklarınızı Gezi’den çekin” açıklamasının ardından insan zinciri oluşturan kadınlar “Sevgili polis anneleri, çocuklarınızı parktan çekin” yazılı bir pankart taşıdılar. Bu eylemle, devlet yetkililerinin onlara tahsis ettiği annelik rolüne farklı bir bakış açısı getiren kadınlar, direnişin bir parçası olduklarının altını çizmiş oldular.

Özlem Coşkun – Berlin.KADINCA.eu– 30.05.2019 – 16:00

 

08.04.2019 | 21. Yüzyılın İkonlarından “Aykırı ressam, sıradışı kadın” FRİDA KAHLO…

Meksikalı kadın ressam Magdelana Carmen Frida Kahlo Calderon, Berlin.KADINCA.eu’nun bu haftaki kadın portrelerinin konuğu…
Bir yirminci yüzyıl popüler kültür ikonu haline gelen ressam, resimlerinin yanı sıra inişli çıkışlı özel yaşamı ve politik görüşleri ile tanınır. Sanatı, sürrealist olarak tanımlanmışsa da kendisi bu tanımı hep reddetmiştir.

Yaşadığı her şeyi tuvaline yansıtan Frida’nın resimleri, bir nevi otobiyografisi niteliğindedir. Bu resimlerde aşk da yer aldı, acı da… Peki, Frida Kahlo kimdir? Gelin bu sıradışı kadına, bu sıradışı ressama yakından bakalım…

Doğum günü 7 Temmuz

6 Temmuz 1907’de Coyoacan, Meksika’da, Macar Yahudisi fotoğrafçı Wilhelm Kahlo ve Kızılderili asıllı Matilde Calderon Gonzales’in dört kızından üçüncüsü olarak dünyaya geldi.

Kahlo ilerleyen yıllarda doğum gününü 6 Temmuz 1907 değil de Meksika Devrimi’nin gerçekleştiği 7 Temmuz 1910 günü olarak ilan etti. Çünkü yaşamının modern Meksika’nın doğuşuyla başlamış olmasını istiyordu.

Frida’nın annesinin doğumdan bir süre sonra sütü kesildi ve Frida’yı sütannesi emzirdi. Bu olay Frida’yı etkilemiş ve ilerde sütannesinin resmini yapmıştır. Frida Kahlo’nun annesine göre babasıyla arası her daim iyi olmuştu.

Tahta bacak Frida

Frida Kahlo 6 yaşında çocuk felci geçirdi ve bu nedenle bir bacağı daha inceydi. Çocuk felci hastalığında genelde hastalar solunum zorluğu nedeniyle ölürken Frida sağ bacağı sayesinde kurtulmuştu. Bu yüzden uzun etekler giyen Kahlo, kendisine “Tahta Bacak Frida” denmesine oldukça içerliyordu. Başarılı bir öğrenci olan Kahlo geçirdiği hastalığı yüzünden tıp eğitimi almaya karar verdi. Mexico City’de Ulusal Hazırlık okulunun Tıp Eğitimi bölümüne kabul edildiğinde Kahlo, okulun tarihinde hazırlık sınıfına kabul edilen ilk kız öğrencilerden biri olmuştu.

Hayatını değiştiren kaza

Kahlo’nun 17 Eylül 1925 te bindiği otobüs bir tramvayla çarpıştı. Frida’nın sağ bacağı on bir yerden kırılmış,ezilmiş,sol omzu çıkmış, leğen kemiği de üç yerden kırılmıştı. Çelik bir çubuk karnının sol tarafından girip cinsel organından çıkmıştı ve Kahlo’nun hayatından endişe ediliyordu. Hastaneden bir ay sonra, 17 Ekim 1925’te taburcu edildi.32 kez ameliyat edilen Frida’nın sakat olan sol bacağı kesilecekti. Resime bu ağrılarla ve ailesinin teşvikiyle başlayan Frida birçok otoportre resmetti. İlk portresini ilk aşkı Alejandro’ ya armağan etti.

Politika hayatının önemli bir parçasıydı

Artık iyileşmeye başlayan Kahlo 1927 yılı sonunda yürümeye başlamıştı ve politika çevreleriyle yakın ilişkiler kurmuştu. Küba’lı önder Julio Antonio Mella ve Tina Modotti bu isimlerden ikisiydi. Kahlo, 1929 ‘da Meksika Komünist Partisi’ne üye oldu.

Büyük aşkı Diego Rivera

Frida Kahlo resim yaparken takip ettiği ressam Diego Rivera’yla tanışmak istiyordu. Frida ünlü ressamı ziyaret ettiğinde ona aşık oldu ve iki sanatçı 21 Ağustos 1929’da evlendi. Çift 1930 yılında Amerika’ya gitti ve Rivera’nın aldığı resim siparişleri bitene kadar orada kalma kararı verdi. Ard arda iki düşük yapan Kahlo’nun evliliği de fırtınalı geçmeye başladı. Evlilikleri 1939 yılında sonlandı fakat bir sene sonra yeniden evlenip Frida’nın çocukluğunun geçtiği Mavi Ev’ e yerleştiler. Kahlo bu dönemde Andre Breton’un da desteğiyle New York’ta bir sergi açtı ve resimlerinin yarısı satıldı. Edward G. Robinson dört tablo satın aldı. Bu sergiyle uluslararası ün kazanan Frida, 1939’da Paris’te bir sergi açtı. Picasso ve Kandinsky gibi sanatçıların katıldığı sergide ; Louvre Müzesi, Kahlo’nun Çerçeve adlı tablosunu satın aldı.
Frida evliliği süresince başka erkeklerle de birlikte olmuştu. Lev Troçki ile birlikte olan Frida , Troçki’nin eşinin bu ilişkiyi öğrenmesi üzerine ilişkilerini sonlandırmış ve eski eşinin yanına gitmişti.1941’de “Ben ve Papağanlarım” ve 1953’te “Maymunlarla Otoportre” isimli çalışmalarına imza atan Frida, aynı yıl ‘La Esmeralda’ adlı bir sanat okulunda öğretim üyeliğine başladı. 1950 senesinde daha önce olduğu ameliyatlar nedeniyle dokuz ay hastanede yatmak zorunda kaldı. Frida ülkesi Meksika’daki ilk kişisel sergisini ise 1953 senesinde açtı.

Frida’nın Ölümü

Aynı yıl temmuz ayında sağ bacağı kesildi, akciğer ambolisi nedeniyle 13 Temmuz 1954’te hayatı sona erdi. Son çalışması ise “Yaşasın Hayat” isimli natürmort’tu.

Resimleri

Frida Kahlo’nun 143 resmi vardır; 55 tanesi otoportredir.Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pablo Picasso’ya bile “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtmiştir.

Sürekli evcil hayvan besleyen Frida’nın beslediği hayvanlarla ilgili iki portresi vardır: 1941’de yaptığı “Ben ve Papağanlarım” ile 1943’te yaptığı “Maymunlarla Otoportre”.Frida’nın resimleri “sürrealist” olarak değerlendirilse de o surrealizmi reddetti. Resimleri aslında acı ve kesin gerçekliği yansıtıyordu. Frida’nın resimlerinde Meksika kültürü ve devrimci ulusal kimlik tuvale aktarılmıştı.

Kahlo, 1938’de New York’ta sürrealist resmin öncü isimlerinden dostu Andre Breton’un da desteğiyle bir sergi açtı ve bu sergi ona uluslararası ün getirdi. 4 tablosunu ünlü aktör Edward G. Robinson’a satarak ilk büyük satışını gerçekleştirdi, resimlerinin yarısı satıldı. Bu başarı üstüne 1939’da Paris’te bir sergi açtı. Paris sergisinde fazla resmi satılmasa da eserleri büyük ilgi topladı; Picasso ve Kandinsky gibi sanatçıların övgüsünü kazandı; Louvre Müzesi, sanatçının Çerçeve’ adlı tablosunu satın aldı.

Sanatçı, ülkesindeki ilk kişisel sergisini 1953’te Meksika’daki galerisinde açtı. Doktoru, yatağından çıkmasını yasakladığı için serginin açılışına karyolasında taşınarak götürülmüştü.

 

01.04.2019 - BEYAZ PERDENİN “KÜÇÜK HANIMEFENDİSİ” BELGİN DORUK
01.04.2019 – BEYAZ PERDENİN “KÜÇÜK HANIMEFENDİSİ” BELGİN DORUK

Geçtiğimiz ay ölüm yıldönümü olan 26 Mart 1995 tarihinde aramızdan ayrılan Türk sinemasının “Küçük Hanımefendi”si Belgin Doruk, bu haftaki “Kadın Portreleri”mizin konuğu…

Beyaz perdede gözünün üstüne düşürdüğü şapkası, yanağında gamzesi ve beniyle hatırlanan güzel oyuncu Belgin Doruk, 28 Haziran 1936’da Ankara’da doğdu. Sonraki yıllarda Ankara’dan İstanbul’a gelen Doruk ailesi Yeşilköy’e yerleşti. Belgin Doruk annesinin desteğiyle 1952 yılında ortaokul son sınıftayken Yıldız dergisi ve Faruk Kenç’in Sahibi olduğu İstanbul Film’in ortaklaşa açtığı yarışmaya girdi. O yıl erkeklerde Ayhan Işık ve Mahir Özerdem, kadınlarda da Belgin Doruk birinci seçildi.

Ayhan Işık’la başlayan Yeşilçam serüveni

Bunun ardından kendini Yeşilçam’da buldu ve ilk filmi olan “Çakırcalı’nın Definesi”ni çevirdi. Ayhan Işık’la oynadığı bu filmin yönetmeni Enver Paşa’nın yeğeni olan Faruk Kenç’ti ve ilk evliliğini kendisinden 26 yaş büyük olmasına rağmen onunla yaptı. Bu ilk filmini çektikleri Aydın yakınlarındaki Çakmak Çiftliği ise ilginç bir tesadüf, ikinci evliliğini yaptığı yapımcı Özdemir Birsel’indi.

1953’te yapılan güzellik yarışmasında Türkiye İkinci Güzeli seçildi. Türk sinemasının bir döneminde en çok film çeviren ve en çok sevilen oyuncu oldu. Zeki Müren’le birçok filmde başrol oynadı (1959’da ‘Kırık Plak’, 1961’de ‘Hep O Şarkı’, 1962’de ‘Bahçevan’, 1963’de ‘İstanbul Kaldırımları’, 1964’de ‘Hayat Bazen Tatlıdır’). Ayhan Işık ile iyi bir ikili oluşturdu ve birlikte çevirdikleri “Küçük Hanım” serisi çok tutuldu. Sanatçı, çoğunlukla melodramların ya da duygusal güldürülerin değişmez oyuncusu oldu. 1964 yılında Orhan Elmas’ın yönettiği ‘Duvarların Ötesi’ adlı filmde Tanju Gürsu ile başrolü paylaştı.

70’lerde değişen sinemaya uyumlanmada güçlük çekti

1970’lerde hemen hemen tüm sinema starlarının yaptığı gibi  o da sahne denemesi yapmış, ama 1971 yılında dönemin ünlü gazinosu Çakıl’da sahneye çıkmaya hazırlanan Doruk, genel provada söyleyeceği şarkıları unutunca bu hayalini gerçekleştirememişti.

1960’lı yılların bir numaralı yıldızı olan Belgin Doruk, 1970’lerde değişen sinemayla birlikte önce starlığını, sonra sağlığını yitirdi. Aşırı kiloları, içine düştüğü yalnızlık ve ekonomik kriz onu etkiledi. 1975’ten sonra sinemadan ayrıldı.

İnziva Yılları

Zayıflamak için kullandığı anfetaminli ilaçlar yüzünden sinir sistemi altüst oldu, kilo almaya başladı. Şişli’deki Fransız Lape Psikiyatri Hastanesi’nde deli muamelesi görüp zincirlere vuruldu, evine icra gelip eski kocasının eski koltuklarına muhtaç oldu. Bir kutu hap yutarak intihara kalkıştı.

Siyah-beyaz Türk filmlerinin ‘Küçük hanımefendisi’ Belgin Doruk, sağlığı bozulup aşırı kilolanınca, “Hayranlarım beni hep filmlerdeki gibi hatırlasın” diyerek inzivaya çekildi. Ölene kadar da kimseye görünmedi.

Kalp yetmezliği sonunda 26 Mart 1995 de İstanbul’da hayata veda etti.

 

25.03.2019: “Medya Mahallesi”nin özgürlük savaşçısı, Ayşenur Arslan

Gazeteci Ayşenur Arslan, 22 Mart Cuma günü Eskişehir’de gözaltına alındı. Arslan’ın gözaltısı, ertesi gün tepkiler nedeniyle tebligata dönüştü

Ayşenur Arslan, daha önce de gazeteci Hüsnü Mahalli’nin tutuklanması üzerine “bazen susmak en güçlü feryattır. Medya mahallesinde artık yolun sonuna gelmiş bulunuyorum. Ben Türkiye’nin geldiği noktada, 146 gazetecinin cezaevinde olduğu bir ülkede “mış gibi” yapamayacağım. Normalmiş gibi yapamayacağım. Susarak bağırıyorum. Hoşçakalın” anonsunu yaparak ses getirmişti.

Peki, Ayşenur Arslan kimdir?

16 Eylül 1950 tarihinde dünyaya gelen Ayşenur Arslan, aslen Aydınlıdır.  İtalyan Dili ve Edebiyatı bölümünden 1972 yılında mezun oldu.

TRT’nin açtığı redaktör muhabir sınavını kazanınca 1974 yılında TRT’de muhabir olarak gazeteciliğe başladı. 1982 yılında Güneş Gazetesine haber müdürü oldu. İkibuçuk yıl sonra istifa etti. Üç ay sonra da Nokta Dergisinde çalışmaya başladı. 3 yıl da burada çalıştıktan sonra Söz Gazetesine geçti ve 49 gün sonra buradan da ayrıldı.

Söz Gazetesinden ayrıldıktan sonra arkadaşlarıyla birlikte reklam ajansı kurdu ve Ümraniye Belediyesi için Türkiye’nin ilk yerel dergisini hazırladı.

Bir yıl Cumhuriyet Gazetesi’nde çalışan Arslan, Star TV’de ve Ali Kırca ile birlikte ATV’de çalışmıştır. 8 yılın ardından tekrar Star TV’de çalışmaya başlamıştır.

Ali Kırca, Mehmet Ali Birand gibi isimlerle çalışan Arslan Medya Mahallesi programını CNN Turk’te yapmaya başlamıştır. Ardından Sokak TV’de çalışmıştır. Ayşenur Arslan son olarak Halk TV’de “Medya Mahallesi” programını yapıyor. Arslan aynı zamanda Birgün Gazetesi’nde köşe yazarlığı yapıyor.

Ayşenur Arslan, iki kere evlendi. İlk eş ile 8 ay evli kaldı. İkinci eşi olan Erbil Tuşalp’dan bir oğlu oldu. Sinan’ın babasıyla da oğlu 6 yaşındayken ayrıldı.

18.03.2019: NAZİLERE KAFA TUTAN MAVİ MELEK

Kadın portrelerimizin bu haftaki konuğu, nam-ı diğer “Mavi melek” yani Berlinli güzel oyuncu Marlene Dietrich…

Maria Magdalena Dietrich, bilinen adıyla Marlene Dietrich, Alman asıllı sinema oyuncusu ve şarkıcıdır. Marlene, 27 Aralık 1901’de Berlin’de doğdu. Uzun kariyerine kabare şarkıcısı olarak başladı, 1920’lerde Berlin’de film endüstrisine adım attı ve 1930’lara gelindiğinde Hollywood’un gözde yıldızlarından biri oldu. Güzel oyuncu, sıra dışı fiziği ve zaman zaman dönemini aşan aykırı duruşu ve tercihleriyle kadınlarda maskülen giyimin de öncüsü olarak kabul edildi. Hatta ismini hatları ortadan kaldıran, düz kesim bir pantolon modeline dahi vermiştir: “Marlene-Hose”

Ancak Marlene Dietrich, güzelliği ve oyunculuğunun ötesinde siyasi duruşuyla dikkat çekiciydi. Oyunculukta parlaması, Nazi yönetiminin yükselişine denk gelmişti ve Marlene’nin Nazilerle iş birliğine hiç niyeti yoktu. Her zaman sevdiğini söylediği ülkesini terk etti, setlerdeki arkadaşlarını toplama kamplarında öldüren bir rejimle mücadele etmeye karar verdi. II. Dünya Savaşı’nı karşı ittifakı destekleyerek geçirdi. Sinemanın ve müziğin yanı sıra, edebiyat ve şiire de yakın durdu. Keman ve piyano çalıyordu. Dishonored, Shangai Express, The Lady is Willing gibi önemli filmlerde tartışılmaz oyunculuk yeteneğini ortaya koydu. Yaşamının son iki yılını Paris’te geçiren “Mavi Melek”in siyasi duruşu, dik kafalılığı, cinsel tercihleri ve Afrika gibi ülkelerdeki yardım çalışmalarına katkısı onun oyunculuğu kadar konuşulan özellikleri haline geldi. Marlene Dietrich, 6 Mayıs 1992’de Paris’te öldü. Onu yıllarca uzak kaldığı yuvasına, yani Berlin’e gömdüler.

11.03.2019

Bu yıl Ocak ayında yitirdiğimiz ünlü tiyatro oyuncusu ve yazar Gülriz Sururi, kadın portrelerimizin ilk ismi.

Kaldırım Serçesi, Keşanlı Ali Destanı oyunlarındaki güçlü rolleriyle tanınan Gülriz Sururi, sosyal medyadan paylaştığı sağlıklı ve fit görüntüsüyle ‘sanatçı yaş alır, ama yaşlanmaz’ dedirtiyordu. Ünlü sanatçı 1929 yılında İstanbul’da doğdu. Babası ilk operet kurucularından Lûtfullah Sururi Bey, annesi de opera sanatçısı Suzan Lütfullah’tır. 1962’de evlendiği Engin Cezzar’la birlikte Gülriz Sururi – Engin Cezzar Tiyatrosu’nu kuran sanatçı, Kaldırım Serçesi, Keşanlı Ali Destanı, Teneke ve Sokak Kızı İrma oyunlarındaki rolleriyle tanınmaktadır. 1998 yılında Kültür Bakanlığı’nca verilen devlet sanatçısı unvanına layık görülmüştür. Anı, roman, öykü türlerinde yayımlanmış kitapları vardır.

Çizgilerle hayata anlam katan büyük karikatür ustası Erdoğan Karayel’in tanınmış, farklı alanlarda başarılara imza atmış kadınlara ait portrelerini artık Berlin.KADINCA.eu sitesinde de takip edebilirsiniz. Hiç kuşku yok ki, Almanya’da Türk karikatürü denince akla ilk gelen isimlerden biri “Don Quichotte” mizah dergisinin yayın yönetmenliğini de yapan Erdoğan Karayel’dir. Bu kıymetli karikatür ustasının kaleminden kadına dair çizgiler, 11 Mart 2019 tarihinden itibaren her Pazartesi günü yeni açtığımız
KADIN PORTRELERİ köşesinde sizlerle olacak.

ERDOĞAN KARAYEL KİMDİR?

İstanbul’da 1956 yılında doğan, 1976 yılına değin sürdürdüğü resim çalışmalarını bu yıldan sonra karikatüre yönelten Erdoğan Karayel Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi (TGSO) Grafik Sanatlar bölümünden mezun oldu. Anadili Türkçe olmak üzere dünyada varolan ikibini aşkın lisanı karikatürün evrensel dili sayesinde rahatlıkla konuşabilen sanatçı, çizgi film (tipitip) animatörlüğünün yanısıra Gırgır, Çarşaf, Ses, Hallo, Gülügülü gibi çeşitli dergilerde karikatürist olarak çalıştı. Renk-Leke-Çizgi, En Gurbettekiler, Bir Varmış Bir Yokmuş, Hans ve Hasan, Siyah-Beyaz Öfkelerim gibi karikatür albümleri de olan Erdoğan Karayel, katıldığı ulusal ve uluslararası karikatür yarışmalarında toplam 40 ödül kazandı. 15 kişisel, 27 karma sergide eserleri yer aldı. Karikatürleri Almanya, Japonya, Kanada, İtalya, Çin, Hollanda, Bulgaristan, Yugoslavya, Küba, İran, Kıbrıs gibi çeşitli ülkelerde sergilenen Karayel, dünyanın en büyük çizgi film ve karikatür festivali olan geleneksel Çin AYACC organizasyonunda juri ve onur üyesi. Bir röportajında, karikatür evrensel bir sanat olarak kabul edildiği için karikatürlerde konuşma balonu kullanılmadığını, sadece çizgiye yönelik çalışmalar olduğunu belirten Karayel “Çizerek topluma aktarmak istediğimiz çok konu var. Karikatürcüler olarak biz duygularımızı çizgilerimizle anlatıyoruz. Karikatürün en akılda kalıcı global açılımı ‘Gülen düşüncedir.’ Yani güldürürken düşündüren… Bazen gülücükler acı da olabiliyor. İşte karikatür, bu ironiyi en iyi yansıtan sanat dalıdır. Pek sevilmeyen bir sanattır aynı zamanda karikatür. Özellikle de siyasiler sevmez. Çünkü karikatür yalanı sevmez, yalancıyı hiç sevmez. Toplumları doğruya, barışa ve özgürlüğe yönlendiren en etkin ve vurucu sanat dalıdır” diyor.

Karayel, dünyaca ünlü Daimler ART Collection’da çalışması yer alan ilk Türk karikatürcüsü. Aynı zamanda 100 karikatürlük “Menschen auf Wegen und Fluchtwegen” uluslararası karikatür sergisinin de kuratörü.

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*