MACERAPEREST DOKUSUYLA ÖZGÜR RUHLARI KENDİNE ÇEKEN PORTEKİZ

Avrupa Paskalya’ya hazırlanıyor. Pandemi öncesi bu zamanlar küçük tatil kaçamaklarıyla ilkyazın tadını çıkardığımız dönemlerdi… Tüm bunları düşünürken ve uzak coğrafyaların hayalini kurarken, elime tatil notlarım düştü. “Ah, ah” diye iç geçirdim ve özellikle Portekiz’in şu anki ruh halime pek bir uygun düştüğünü gördüm. Üstelik notlarımı da derli toplu tutmuşum 🙏 O halde gezi dostlarına benden küçük bir Portekiz gezi rehberi gelsin… Ve umalım ki yaza kadar aşılar ve alınan önlemler etkili olsun pandeminin prangalarını çözelim, özgürce seyahat edebilelim…

Tarihler 2016 Ağustos’un gösterirken dört kişilik çekirdek ailemle Berlin’den Portekiz’in Faro şehrine uçtuk, oradan da kalacağımız yer olan Lagos’a geçtik. Neden Lagos diyecek olusanız, dört kafa dört farklı tatil planı demek; deniz-kum-güneşin tadını çıkarmak isteyenler, okyanus-dağlar-mağaralar yani coğrafi keşif tutkunları, kültür-tarih-sanatseverler ve farklı mutfakları keşfe çıkanlar; yani hepimiz bir aradayız. Hal böyle olunca Okyanus kenarındaki tarihi Lagos şehri doğru bir hareket noktası olarak bize göründü. Faro’ya iner inmez bir araba kiraladık. Önce Lagos, Algarve kıyıları, sonra başkent Lizbon, ardından büyülü mimarisiyle Sintra ve zamanımız yeterse ver elini Sevilla şeklinde bir plan yaptık.

Endülüs’ün mirası Algarve

Lagos’un da bir parçası olan Algarve ile başlayalım. Coğrafi ve tarihi dokusuyla Algarve İspanya’daki Endülüs’ün bir devamı ve Arapça “Al Garb” yani “Batı” demek. O yüzden bu coğrafyada Arap mimarisinin ve mutfağının izlerini görmek mümkün. Lagos, Algarve’nin merkezi olan ve uçağımızın da indiği Faro şehrine göre küçük ama daha tarihi bir kent. Temiz denizi ve çok sıcak iklimiyle keyifli bir yer. Hatta aniden çıkan soğuk hava dalgasıyla Ağustos ayında üşüyebilirsiniz…

Seyyahların yeni dünyaya açıldıkları Lagos

Lagos’u tercih sebeplerimizden biri de “Mos Plajı’ydı. Dalgalı olmadığında yüzmesi, dalgalıyken de dalgalarla oynaması çok eğlenceli ama en önemlisi kumsalındaki ipeksi kumlarda çıplak ayakla yürümek rüya gibi…

Lagos’un merkezi ve sahil şeridi mozaik taşlarla kaplı ve ünlü olduğu “sardalya balığı”nın mozaiğini her köşe başında görebilirsiniz (Kolonyal dönemde zenginleşen kentin bir tür sembolü gibi bu mozaikler). Tabii bir de ağaçları süsleyen renkli danteller var. Sanırım bir tür sokak sanatı olarak hayata geçirilmiş.

Akşamları ise özellikle sahil ve merkez, çok hareketli, müzisyenler ve gösteri ustaları her daim şovdalar…

Yemeklere gelecek olursak tam bir hayal kırıklığı; aslında bu sadece Lagos için değil, tüm Portekiz için geçerli. Mesela Lagos’ta paella sandığım, bir tencere içinde tüm deniz ürünlerini barındıran ve sulu pirinç eşliğinde gelen “Arroz caldoso de marisco” yedim. Deniz ürünlerini teker teker kırmak ve parçaları pirincin içinden ayıklamak epey zahmetliydi. Sanırım bu lezzetlerin temizlenmişine fazlasıyla alışmışız😉

Benim Lagos’ta en sevdiğim yerlerden biri, beyaz yapılarla bezeli eski kent merkeziydi. Burası “Gemici Henrique” adıyla bilinen Viseu Dükü’ne ithaf edilmiş. Zira Portekiz’in keşif gezileri Henrique ile başlamış ve bu Vasco de Gama ile kaşif Dias’a esin kaynağı olmuş. Bir de madalyonun öbür yüzü var tabii; büyük keşiflere büyük zenginler eşlik ederken, beraberinde köle ticaretinin de en acımasız zamanları bu topraklarda ve karşı kıyılarda geçmiş. Bugün bu güzel yapılar arasında “Köle Pazarı”an rastlamak içimizi acıtıyor… Çocukluğunda “Köle Isaura”yı izlemiş biri olarak bende kötü çağrışımlar yaptı; üstelik dünya haritasıyla süslenmiş bir kubbenin altında bunun yapılıyor olması üzücü…

Doğal mabet “Benagil Mağrası”

Portekiz’e ait fotoğraf ve videoları taradığınızda mutlaka Benagil Mağrası’na ait muhteşem görüntüleri bulursunuz. Biz de bu güzel fotoğrafların çağrısına uyarak, mağaranın bulunduğu Carvoeiro’ya gittik. Burası Faro’ya bağlı küçük bir sahil kasabası, tabii Benagil’e gidebilmek için kısa da olsa bir tekne yolculuğu yapmak gerekiyordu. Her ne kadar okyanus dalgaları teknemiz sakinlerine heyecanlı anlar yaşatsa da, bu muhteşem mekanı görmek her şeye değdi. Benagil, bana kubbesine dolan ışıkla Tanrı’nın kendisi için inşaa ettiği doğal bir mabet olarak göründü( O yıllarda yoga hayatıma yeni yeni kök sallıyordu ve orada tekneden inip meditasyon yapamadığıma çok ama çok üzülmüştüm) Sözün özü Benagil rüyalara girecek türden bir doğa harikası 🙏🙏

Dünyanın bittiği yer “Sagres”

Avrupa’nın en Batı’sı olan ve ortaçağda “dünyanın sonu ya da bittiği yer” olarak nitelendirilen Sagres’e yolumuzu düşürdük. Rüzgarlı, sonsuzluk duygusu veren muazzam bir nokta! Martılar omuzuma kondu. Orhan Veli’yi andık. Yüksek kayalıklardan okyanusun sonsuzluğuna bakarken içimiz yelken açma hevesi ve macera duygusuyla doldu. Herhalde mekan Portekiz denizcilerde de aynı duyguyu yaratmış olacak ki, buradan yola çıkarak yeni dünyayı (Amerika) keşfetmişler.

Bize göre Algarve’de görülecek yerleri tamamladıktan sonra 2 saat 45 dakikalık bir araba yolculuğuyla Portekiz’in başkenti Lizbon’a gittik. Lizbon’da gezilecek çok yer olduğundan ve Lizbon’a 30 kilometre uzaklıktaki Sintra’yı da ziyaret etmek istediğimizden burada bir gece konakladık.

İstanbul’un kardeşi Lizbon

Başkent Lizbon, denizin kenarında, yedi tepe üzerinde, kalabalık, keşmekeş İstanbul’un kardeşi bir şehir. Aynı İstanbul gibi iki yakayı birleştiren bir boğaz köprüsüne sahip (25 Nisan Devrim Köprüsü). Köprüye adını veren devrim, 1974’te diktatör Salazar’a karşı halk ve askerin bir araya gelerek yaptığı ve o günden bugüne sosyal demokrasiyi ülkede hakim kılan bir hareket. Her ne kadar ilgili hareket, başlangıçta darbe gibi görünse de halkın desteği ve gücüyle bir devrime dönüşmüş… Hakkında “Karanfil / Nisan Devrimi” adıyla ödüllü bir film bile var. Bu coğrafyayı gezmeye kararlıysanız izlemenizi özellikle tavsiye ederim.

Zamanımız az olduğundan Lizbon gezimize “eski kent merkezi” ile başlıyoruz. Neredeyse bütün bu bölge Portekiz’in kendine özgü mimarisi “Manuelin” tarzında yapılmış. Avrupa, Arap ve koloni ülkelerinin bir sentezi olan Manuelin tarzının baş yapıtı ise “Jeronimos Manastırı”. Büyük bir hayranlıkla bu manastırı gezdik. Manastırın duvarları oya gibi ince ince işlenmiş. Oldukça sıcak olan Lizbon’da serin, ferah mimarisiyle manastır bize çölün ortasında vaha gibi geldi. Sonrasında tavsiye üzerine manastır yakınındaki bir pastaneden Portekiz’in ünlü “Nata” tatlısını deniyoruz. Dışı milföy katmanlı, içinde krema olan, cupcake görünümlü bir tatlı ama tatlıyla arası olmayan benim için, pek cazip değildi açıkçası…

Manastırın karşısında, sahilde Denizcilik Anıtı, dev pusula mozaiği ve biraz aşağı yürüdüğümüzde de “Belem Kalesi” bizi karşılıyor.

Boğaz’a inşaa edilen ve geçiş kontrolünde kullanılan kale, denize sokulduğundan bize”Kız Kulesi”ni hatırlatıyor. Kale, 1515’te Kral Manuel tarafından yaptırılmış. Çevresindeki park kent sakinleri için bir dinlence ve eğlence alanına dönüşmüş. Biz de çimlerinde biraz dinlendikten sonra yönümüzü Praça do Comercio Meydanı’na yani Lizbon’un en büyük meydanına çeviriyoruz.

Kafeler, lokanta ve alışveriş merkezleriyle dolu Praça do Comercio, özellikle geceleri çok hareketli. Önünde Kral 1. Jose’nin abidesi var. Bu noktadan şehrin ve boğazın (Tajo) görüntüsü muhteşem. Meydanın aşağısında 1902’de Eiffel’in öğrenci tarafından yapılan “Elevator de Santa Husta” asansörü var. Asansör 32 metre yukarıya çıkıyor ve son noktasında yolcularına şehrin panaromasını sunuyor. Ancak kalabalık ve klostrofobi bizi asansöre binmekten alıkoyuyor.

Meydan, açık havada bir gösteri merkezi gibi adeta; Brezilya’dan gelen siyahiler, dansları, akrobasileri ve “Capoeira”larıyla tüm gözleri üzerlerine çekiyor.

Portekiz’deki kaderimiz bu olsa gerek ; böyle çeşitliliği bol olan bir meydanda bile damak tadımıza uygun yiyecek bulamadık. En nihayetinde İspanyol usulü paella yiyeceğimiz bir yere oturduk. İşletmecileri Pakistanlı, zaten ortak izlenimimiz şehrin gastronomisinin Hintli ve Pakistanlıların elinde olduğu yönünde. Gecenin ilerleyen saatlerinde eşim Barış’la Porto şarabı deneyelim dedik ama bize pek hitap etmedi, oldukça tatlı bir şarap…

Masal diyarı Sintra

Ertesi gün Lizbon’un boğucu, nemli sıcağını geride bırakarak, ona 30 km uzaklıktaki serin ve huzur dolu Sintra’ya gittik.Dağların tepesinde, ormanların içinde gizemli bahçeleri, geçitleri ve saraylarıyla büyülü bir belde Sintra.

Ailece elimizde haritalarla dağlara tırmanarak, dar patikalardan geçerek, ormanda yol arayarak ve küçük mağaralarda soluklanarak; kah devasa okyanusu kah gittikçe küçülen yapıları seyrederek “Pena Sarayı’na vardık. Pena, pastel renkleriyle ve sentez mimarisiyle masallardan fırlamış bir saray. Özellikle saraydaki azulejolar görülmeye değer. (Azulejo, Endülüs’ün mavi,sarı, beyaz renkli seramik sanatı)

Pena sarayının her köşesini fotoğrafladıktan sonra Sintra’daki bir başka cazibe merkezine gidiyoruz “Quinta Sarayı”na. Özellikle sarayın bahçesi oldukça egzanteik; gizli geçitler, tüneller, kuyular, labirentler, egzotik çiçekler…Ama bu bahçede öyle bir yapı var ki, hem ürkütücü hem de ziyaretçilerini büyüleyen bir yer: Alt geçitlerle ulaşılan “Ters kuyu”… “Sintra” ay tanrıçası anlamına geliyor ve rivayete göre burada ay törenleri yapılıyormuş.

Yorgun ama mutlu Sintra’daki gezimizi tamamlarken arabamızı şehrin dışında bıraktığımızı hatırladık ve bir taksiye bindik. Kısa yolculuğumuz esnasında taksiciyle sohbet ettik; Karanfil Devrimi’ni, 15 Temmuz’u, Avrupa’yı ve Türkiye’nin ahvalini konuştuk. Taksici: “Siz haberleri de emirleri de televizyondan alıyorsunuz. Biz her şeyi sokaktan aldık ve doğrudan öğrendik, onun için gerçekle kurguyu ayırt etmemiz daha kolay oldu” dedi. Arabamıza vardığımızda taksici “gezmeyi seven bir aileye benziyorsunuz“ diyerek bize Salzburg’u görmeyi tavsiye etti. Bu tavsiyeyi de not defterimize düştük ve Lagos’a doğru yola çıktık. Arabayı Barış kullandığından çok yorgundu, büyük oğlum Deniz de öyle. Ama Ada ile ikimiz hikayeler anlata anlata, okyanusun kıyısından, ormanların içinden akarak otelimize vardık.

Ruhumun doğduğu şehir: Sevilla

Bir gün Lagos’ta dinlendikten sonra ev ahalisi, Sevilla aşığı annelerini bir kez daha Sevilla ile buluşturmak için yollara düşmeyi kabul etti. İki saatlik bir araba yolculuğunun ardından “ruhumun doğduğu kent” bizi karşıladı. Sevilla yine sarı ve sıcaktı. Güneşe hassas olmama rağmen huşu içinde gezdim eski İşbiliye’nin sokaklarını… Önce Katedralin bulunduğu meydana gittik.

Ardından Hamburglu bir ithal damadın işlettiği “Don Juan de Alamenes”te tapas yedik ve bir kez daha “Yaşasın İspanyol mutfağı!” dedik. Alamenes’in serin mekanından Plaza de Espana’ya geçtik. Ağaçlarla meditasyon yaptım. Kastanyet tıkırtılarında flamenko dinledim ve buraya yeniden gelmek için dua ettim…

Bir güzel hatırayı daha cebimize koyup tatilimizi tamamladık ve ver elini Berlin…

Özlem Coşkun – KADINCA.TV – 30.03.2021 – 21:00

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*