Almanya’ya ilk göç eden kadınlarımıza, analarımıza ithafen…
Nerden bilebilirdi ki, tandırın karşısında son bazlamalarını pişirdiğini? O mis gibi ekmek kokusunu bir daha hissedemeyeceğini…
Askerde olan eşine, kuzularını otlatırken söylediği türküleri, karşı dağlara bakıp iç geçireceğini… Bilemezdi, hayal bile edemezdi, daha yaşadığı köyünden çıkmayan Ayşe, Fatma, Hatice, Sırma, kara trene binip Almanya’nın yollarına düşeceğini…
Kimse de sormadı ona zaten. Aile meclisi öyle uygun görmüştü. İlk onun belgesi gelmişti, ya da bazılarının eşi askerdi, ilk onlar gidecekti.
Gece olunca sarıldılar artlarında bırakacakları bebelerine, kokladılar, ağladılar…
Çıkınlarında bohçalanmış birkaç bazlama, erzak ve bir iki resim ile birlikte hasretleri vardı çokça.
Daha ilk kilometrede dağlandı ciğerleri, döküldü yaşlar gözden. “Ah fakirlik ah, yoksulluk gözün kör olsun” diyerek isyan ve dualar karıştı dillerine.
İndiler o hasret taşıyan kara trenden. Yerleştirildiler “Heim” dedikleri insan yığını yerlere. Gurbet hançer gibi yüreklerinde. Ama Türk kadınıydı Anadolu’nun bağrından kopup gelen, vefakar, cefakar. Aileleri, eşleri, bebeleri için çalışmalıydılar. Yılmadan, usanmadan… Kimileri fabrikaya, kimileri temizliğe verildi. Dil yok, aile yok, akraba yok, yar yok, yaren yok… Olan tek şey, bitmeyen hasret ve “Heim”daki kadınların iş sonrası söylediği türkülerdi, gözyaşıydı…
Ve birkaç yıla kalmadan çoğunun geldi ailesi, çocukları. Ama çok değil 4-5 yıl kalınıp para biriktirilecek, borçlar ödenelicek ve döneceklerdi kekik kokan köylerine. Çocuklar orda başlayacaktı okullarına. Ezan sesi duyacaklar, okullarında kendi dilleri ile okuyacaklardı…
Köydeki gibi değildi burada yaşam. Erkek gitsin dışarda çalışsın, kadın evde yemek, çamaşır, çocuk baksın. Evde hem bunları yapan gurbet kadınları, bir de ilaveten fabrikada işçi, hastane ya da okullarda temizlikçiydi.
Paydos zili çalarken fabrikanın, hemcinsleri olan Alman kadınlar süslenir yemeğe gezmeye giderken, bizimkilerin derdi çocuklara yemek yetiştirebilmek, sönen sobayı yakmak, evin temizliği, alışverişti…
Bazen 40 dereceye çıkan ateşle, ağrıyan dişle, can alan mide ağrılarına rağmen aksatmadılar işlerini. Hiç bilmediler haklarını, “Kranka” çıkarlarsa kovulacakları korkusu ile hep çalıştılar.
Çalıştırıldılar… Ne çok istediler Alman iş arkadaşları, komşuları ile konuşup sohbet etmeyi. Nerden öğreneceklerdi ki Almancayı? Ne okul, ne kurs bildiler. Çoğunun Türkçe okuması yazması bile yoktu.
Olsun, zaten döneceklerdi.
Nerdeeee…
Yıllar geçti, dönemediler. Okul çağı geldi, çocukları okula gittiler. Çoğu sabahın 5’inde daha yarı uykuda, kuzusunu yuvaya verdi. Kimisi kahvaltısını hazırlayıp saatini kurdu çocuğuna, yavrular kendileri okullara gitti. Anne fabrikada işe yetişmeliydi. Ve bu dönem çocukların boyunlarında hep kolye gibi anahtarları vardı. Okuldan gelirler, ev soğuk, annelerinin yaptığı yemek dolapta ama kim ısıtacak? Hemen bir ekmek, bir katıkla geçiştiriverirlerdi öğünü.
Ya o ana? Akortun karşısında işini yaparken boncuk gibi damlalar akardı çalışmaktan uyuşmuş ellerine. “Yavrularım donmuştur, babaları erken gelip sobayı yaktı mı? Yemeklerini ısıttı mı acaba?” diye paydos zili ile ilk o koşar otobüse, “U-Bahna”.
Yorgunluktan bilekleri tutmaz, gözlerinden uyku akar ama yavruları bekler onu.
Şansı varsa oturmuşsa otobüste, o zaman az dinlenir ve “Yok muydu köyümde ekmek aş? Yavrularım taş binalar içinde aç susuz, yalnız. Ah fakirlik, ah yoksulluk” diye isyan ederek evin yolunu tutardı.
Ve geçen seneler… Artık dönmek hayal olmuş, çocukların ana dili Almanca olup Türkçe konuşmakta zorlanır olmuştur. Hepsi birer genç kız, delikanlı olup Almanya dedikleri bu yere ayak uydurmaya heves edip, burayı benimsemişlerdir.
Anaların derdi mi biter? Bu sefer evlatlarımızı kaybedeceğiz korkusu ile yanmış tutuşmuşlar, korkulu günler, geceler yaşamışlar. Şanslı olanlar bu dengeyi sağlasa da, bazıları bu Almanya’ya kurban etmiştir kınalı kuzularını.
Yanmıştı o gurbet kadının yüreği. Yıllarca hor görülmüş, hep çalışmış, çırpınmış, hastalık sahibi olmuş ama huzura erememiştir.
“O tandırımın karşısındaki bazlamaları pişirirken, kuzularımı otlatırken, o karlı dağlara söylediğim türkülerle o huzurum nerde?
O huzur anılarda kalacaktı.
Misafir geldiğimiz bu yer bize vatan olacaktı.
Oldu da…
Ama üzülme be Ayşe, Fatma, Hatice, Sırma teyze…
Siz fidandınız buraya geldiniz, ağaç olup meyveler verdiniz. O meyveler ezilmedi.
Onlar burada.
Birer milletvekili,
birer avukat,
birer öğretmen,
birer doktor,
birer işletmeci
oldu ve şimdi siz çınarların gölgesinde yaşayıp huzur bulmakta.
Ve sizlere minnettar, onlara söylediğiniz ninniler, halk türküleri, memleket sevdası sayesinde burada yaşasalar da, yürekleri vatan aşkı ile atan başarılı Türk kadınları.
Ve başımızın üstünde taşırız sizin gibi yürekli gurbet analarını, çınarlarını.
Selda Uçar – KADINCA.eu – 21.10.2020 – 07:00
İlk yorum yapan olun